Yönetmen Görüşü:
Filmin Görsel Yapısını Oluşturan Düşünce:
Projemiz, geçmişindeki bu suçtan ötürü pişman olan ve artık affedilmek isteyen bir adamın günümüzün değerleri ile geçmişin değerleri arasında sürdürdüğü mücadelenin hikayesidir. Bir karakterin olumluya doğru değişme ve gelişmesinin hikayesidir.
Bu yönü ile de öykünün hat sanatının altında yatan bazı değerlerle ve biçimsel uygulamalarla aynı doğrultuda bir mantık ve inanışa sahibolduğu ileri sürülebilir. Bunlardan biri aşağıda açıklayacağımız “İhcam” kavramıdır.
Kesintisiz Tek Plandan Oluşan Bir Film:
Film, Osmanlı hat sanatının kimi biçimsel özelliklerini temel almaya çalışıp o doğrultuda bir atmosfer yaratmaya, sinemasal anlatımını bu merkeze göre kurmaya gayret etmektedir.
Bu amaç için geleneksel Osmanlı hat sanatından ödünç aldığımız kavramlardan biri “İhcam” kavramıdır. “İhcam”, hat sanatında, bir çırpıda bitirivermek, harfi bir defada yazıvermek anlamında kullanılmaktadır. Hattatlar ihcam ile yazdıkları zaman, ele aldıkları yazı motifini veya figürü bir çırpıda çizip kompozisyonu süreklilik içinde, ara vermeden bitirmeyi kastetmektedirler.
Nasıl ki bir hattat çalışacağı motifi, bir defada bitirmek gibi bir tercih içinde olabilirse, biz de filmin anlatımını kesintisiz biçimde, süreklilik duygusunu kesmeden, baştan sona tek planda götürmek gibi bir fikri takibetmeye çalıştık. Ancak bu noktadan sonra filmin zaman ve mekan kurmak konusunda farklı bir tasarımı bulunmaktadır.
Filmin içindeki olaylar, ister geçmişte, ister şimdide geçsinler, sanki içinde yaşadığımız, gerçek zamanda gerçekleşiyormuş gibi kesintisizce ve süreklilik duygusunu verecek şekilde, -kesmelere başvurmadan- “bir defada” anlatılmıştır. “Flashback” ya da flashback’ten şimdiki zaman geri dönüş söz konusu olduğu zaman dahi bu yöntem devam ettirilmiştir.
Bu anlamda, farklı zaman ve mekanlar filmin içinde iç içe, yan yana ama süreklilik duygusu verecek bir biçimde inşa edilmiştir. Film bu ve buna benzer başka yönleri ile “Cennetin Beklerken” adlı çalışmanın değişerek devam eden bir başka halkasıdır.
Mekan Seçimi, Işık ve Renk Kullanımı Konusunda Birkaç Örnek
Çekimler için mekan olarak dünyanın ikinci büyük tuz gölü olan Konya Tuz Gölünü kullandık ve filmin tümünü açık havada çektik. Tuz gölündeki uçsuz bucaksızlık ve zemindeki sonsuz beyazlık sayesinde filmin görüntülerinin hat sanatında kullanılan beyaz kağıtları ve kağıtların üzerindeki siyah mürekkkeple yazılmış yazıları hatırlatmasını sağlamaya çalıştık. Ayrıca oyuncuların giysilerinin, aksesuarların, arabaların renklerinin siyah veya gri renk tonlarından seçilmiş olması bize hat sanatını hatırlatacak bir başka yardımcı faktör. Bu yönü ile filmin görüntülerini Osmanlı hat sanatının kağıt üzerindeki örneklerini hatırlatacak biçimde siyah beyaza yaklaştırmaya gayret ettik.
Otantik Kaynaklardan Yararlanmak ve Muhtemel Tehlikler
Otantik kaynaklara yönelip sinema anlatımı oluşturmaya da çalışmamızın altında yatan nedenleri şu şekilde ifade edebiliriz: Acaba filmlerimizin sahibolacağı içeriği ve anlatım dilini, yaşadığımız coğrafyanın geleneksel sanatlarından, geçmişinden yararlanarak zenginleştirmek mümkün müdür?
Film, otantik kaynakları ele alıp farklı bir sinema anlayışı yakalamaya çalışırken çağdaş sinema sanatının geldiği düşünsel ve biçimsel noktanın farkında olarak bu işe soyunacaktır.
Filmin Konusunu Oluşturan Osmanlı Hat Sanatının Genel Özellikleri:
Hat denilince Arap alfabesi ile yazılan sanatlı yazılar akla gelmektedir. İslam medeniyetinde genel olarak plastik sanatlar daha çok süsleme niteliği taşıdılar, artizanal bir çerçevenin dışına taşmadılar. Batının resim ve heykel sanatlarının benzeri İslam toplumlarında olduğu gibi, Osmanlı devletinde de genel olarak pek yeşeremedi.
Ancak, gene İslam medeniyetinde resim sanatının yaygın biçimde var olmaması nedeniyle en fazla öne çıkan ve en şaşırtıcı “estetikleştirme” süreci gösteren el sanatı, hat (Kaligrafi) oldu. Bunun kolay anlaşılır yanı Kuran dolayısıyla yazının kazandığı özel önemdir. Bir camide, kiliselerde göreceğimiz gibi resimler değil; resimlerin yerine Arap harfleri ile yazılmış yazılar yer alır. Mesela Türkiyede her camide, kubbenin çevresinde, sırayla “Allah”, “Muhammed”, “Ebubekir”, “Ömer”, “Osman”, “Ali”, “Hasan” ve “Hüseyin” yazan sekiz levha bulunur. Yazı, böylece, tanrısallığın ve kutsallığın İslamdaki tek meşru simgesi veya taşıyıcısı haline gelmiştir.
Bu noktada hat sanatının Çin ve Japon yazılarından farkına da kısaca değinmemiz yararlı olacaktır. Çin ve Japon yazıları, çoğu alfabenin kökeni olan piktografiden (kelimeleri resim olarak gösteren yazı) çok fazla uzaklaşmadığı için, kaligrafiye yakın bir yazıdır. Arap alfabesi de, son kertede, bir başka piktografi örneği olan Mısır hiyerogliflerinden doğmuş ve ve Fenikede gerçekleştirilen alfabeninin Sami toplumlarına geçen kolundan gelişmiştir. Dolayısıyla bir süre sonra Arap alfabesinin resim-yazıdan bir hayli uzaklaştığı söylenebilir. Ama hat sanatı başlayınca, Arap alfabesi yeniden-resimleşmeye gitmeksizin, soyut biçime dayalı bir estetikleşmeye uğradı.
Hat sanatında İran’dan kuşkusuz değerli ustalar yetişmiştir. Ama Osmanlı devletinin bir İmparatorluk haline gelerek İslam medeniyetinin başlıca temsilcisi olmasından sonra, Osmanlı hattatları, bu sanatı daha önce Arap ve İran merkezlerinde görülmemiş derecede geliştirip ve zenginleştirdiler. İstanbul ve Türkiye’nin bu sanatın hala daha en önemli merkezlerinden biri –belki de birincisi- olarak görülmesi gerektiği, birçok uzman tarafından belirtilmektedir.
Film ve Hat sanatı arasındaki ilişki
Film, konusunu Hat sanatından almakta, biçimini ve içeriğini hat sanatı etkilemektedir. İslam şairlerinin birçoğu hayattaki herşeyi bir “kitap”, bir “ayet” olarak yorumlamışlar, “yazıyı” hayatta varolan canlı cansız herşeyde görmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla filmdeki baş karakterin ana meselesini şekillendiren değer sistemi, bir hattatta bulunması gereken ahlaki değerlerden kaynaklanmaktadır. Filmin ana kahramanı Ahmet cinayet işlemiş bir hattattır ve ruhsal acı çekmektedir. Etrafında gördüğü birçok nesneyi de bu bakış açısı ile yorumlamaktadır. Senaryonun Ahmedi kullanarak sorduğu sorulardan biri şudur. Hayatta hangi noktada ahlaki sorumluluklarımızı yerine getirdiğimiz söylenebilir? Bazı şeyleri yapmamıza rağmen amaçladığımız sonuç yerine gelmediğinde yine de yükümlülüğümüzü yerine getirmiş olur muyuz? Acaba insanı elinden geleni yaptığı durumda ters giden bazı şeyler için suçlayabilir miyiz? Senaryo, kısaca, ahlak felsefesindeki en temel konulardan birine odaklanmıştır: Projenin meselesi eylemde bulunanlar, eylemler ve sonuçlar arasındaki bağın araştırılması diye ifade edilebilir. Bunlardan sadece birine odaklanmanın, şahsen, yanlış sonuçlar verebileceğini düşünüyorum. Eğer ahlak sadece sonuçlarla ilgilenirse; elinden gelen her şeyi yapan bir insanın bile bazen yanlış yapabileceği gibi garip bir sonuç çıkar. Ama öte yandan, ahlak sonuçlarla hiç ilgilenmezse de bir başka tuhaf durum oluşur. Nasıl olur da eylemlerimizin sonucu olarak ortaya çıkan şeyin bir önemi olmaz?
Filmin ana kahramanı Ahmet:
Ahmet karakteri filmin başında bir hattatın sahibolması gereken manevi ya da ahlaki özelliklerin dışına çıkan bir insan biçiminde çizilmiştir. Ahmet geçmişinde sanat değeri yüksek, el yazması Kuranları kopyalaması ve yüksek fiata sanat piyasasına satmaya çalışması nedeniyle hapiste yatmış birisidir. Üstelik hapisten çıktıktan sonra bir arkadaşına iyilik yapmak amacıyla da olsa benzer biçimde bir el yazması Kuran kaçakçılığı suçunun içine sürüklenir. Hatta hapisten çıktıktan sonra az çok katkıda bulunduğu kaçakçılık suçu, onu cinayet işlemeye kadar sürükler. Cinayeti işledikten sonra olayda çok az payı olmasına rağmen vicdan azabı çekmeye başlar.
Ahmet geçmişte işlediği suçların, “yazı sanatının” tasvip etmediği şeyler olduğunun farkındadır. Affedilmeyi ister. Ama affedilmek için yapması gereken şey, olayların onu sürüklemesi yüzünden, yine Hat sanatı ile ilintili birşeye dönüşür. Ahmet hat sanatı çerçevesinde; suç işlemek, ceza çekmek ve affedilmek arasında kararlar vermek durumunda kalır.
Projemiz, geçmişindeki bu konumundan ötürü pişman olan ve artık affedilmek isteyen bir adamın bireysel tercihlerinin hikayesidir. Film, “insan” denen şeyi, tarihin, medeniyetin belli bir anında sadece dışsal olayların akıntısına kapılıp sürüklenen bir özne olarak değil; bunların yanısıra, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, kendi kaderi üzerinde bağımsız kararlar alabilen, sorumluluk sahibi bir özne olarak görmeyi yeğleyen bir bakış açısıyla yazılmıştır. Bu anlamda projenin, orientalistlerin Doğuya, özellikle İslam toplumlarına bakışlarında yer alabilen -özellikle insanın bireyselliği ile ilgili olumsuz temsil biçimlerinin- dışına çıkan bir yaklaşımı vardır.
Hikayenin Modern Dünyadaki Yeri
Modern toplumlar insanların kendilerine yenik düşüşünü bir değer olarak önermekte, tüketim toplumlarının bütün sistemi, insanın hırs ve arzularını kamçılamaktadır. Bu nedenle günümüz insanının kendisine yenikliği, bugünkü medeniyetin esas sermayesidir.
Her toplum insan tabiatının bazı sıfatlarını diğerlerine tercih ederek ideal bir insan tipi yaratır. Günümüzde ideal insan tipi, bencilliğiyle, hırsıyla, bireyselliğiyle, geçici şeylerden duyduğu gururuyla geleneksel toplumların tarif ettiği insaniyetten çok uzaktır.
İyi kötü her türlü sıfatı insanlar üzerinde eğreti bir emanet olarak gören Mevlana, insanın kendi nefsine ait kötülükleri olduğu kadar, iyilikleri de aşabilmesi, onları sahiplenmeden geride bırakabilmesini tavsiye eder. Maksat kendini bilmektir.
Filmin bu bilinçle günümüz insanına mütevazi bir katkıda bulunacağını umuyoruz.