Dram

GÖLGELER VE SURETLER

Özet:
Filmin hikayesi, 1963 yılında Kıbrıs’ın ücra bir köyünde yaşayan Rum ve Türk, iki ailenin yaşadığı olayların üzerine kurulmuştur. Karagözcü Salih ve kızı Ruhsar, Rum polislerinin saldırısı sonucunda göç-men düşmüş ve akrabaları Veli’nin köyüne sığınmışlardır. Karagözcü Salih bu köyden şehre gitmek isterken yolda kaybolur. Kızı, amcası Veli ile yaşamak zorunda kalmıştır. Köydeki Türklerin lideri konumunda bulunan Veli, azınlık olarak yaşadıkları köyde bir çatışmanın çıkması durumunda sayı ve güç üstünlüğüne sahip olan Rumlar tarafından ezileceklerinin bilincindedir. Dolayısıyla Rum komşusu Anna’ya ve öteki Rumlara, şiddet olaylarına karışmak istemediklerini belirtir. Bu girişimi dolayısıyla Rum komşuları ile aralarında, köyde birbirlerine saldırmayacaklarına dair bir tür “centilmenlik” anlaşması dahi yapılır. Ancak Veli köydeki gençlerle beraber tesadüfen Rum komşuları Anna’nın oğlu Hristo’nun köyde silah depoladığını fark eder. Bunun üzerine; gençler Veli’den habersiz biçimde muhtemel bir Rum saldırısına karşı silah arayışı ve temkinli bir hazırlık içine girerler. Ancak Türklerin silah arayışı ve atış talimleri Rumlar tarafından fark edilir. Bu farkındalık iki taraf arasındaki güvensizlik ve paranoya duygusunu daha da artırır.

Yönetmen Görüşü:
Kendini ve etrafı şiddet tarafından kuşatılmış durumda bulan  bir adam elini kana bulamaktan nasıl kurtarabilir? Şiddetin egemen olduğu bir dünyada masumiyeti korumanın ve insan  kalmanın yolları nelerdir? 1963 yılında Türk ve Run toplumları arasındaki çatışmaların hüküm sürdüğü Kıbrıs’ta geçen gerçek bir olaydan esinlenen bu hikaye; kendi mitlerini ve barışa olan inancını etkileyici bir görsellik ve dramatik yapı ile seyirciye sunuyor.

Yıl:

2010

Yazar & Yönetmen:

Derviş Zaim

Yapımcı:

Oktay Odabaşı • Derviş Zaim, Yeşil Film • Marathon Film Ortaklığıyla

Oyuncular:

Ruhsar : Hazar Ergüçlü, Veli : Osman Alkaş, Anna : Popi Avraam, Cevdet : Settar Tanrıöğen, Ahmet : Buğra Gülsoy, Karagözcü Salih : Erol Refikoğlu, Hristo : Constantinos Gavriel, Thanasis : Pantelis Antonas, Dimitri : Ahmet Karabiber, Arif : Ekrem Yücelten,
Rıza : Cihan Tarıman, 1. Rum Polis : Thomas Nikodimou, 2. Rum Polis : Andreas Makris, Rum sivil : Nadi Güle

Yetkili Yapımcı:

Sadık Ekinci

Uygulayıcı Yapımcı:

Emre Oskay

Yardımcı Yapımcı:

Marsel Kalvo

Görüntü Yönetmeni:

Emre Erkmen

Sanat Yönetmeni:

Elif Taşçıoğlu

Müzik:

Marios Takoushis

Ses Tasarım:

Kostas Varibopiotis

Ses Kayıt:

Mustafa Bölükbaşı

Montaj:

Aylin Zoi Tinel

Kostüm Tasarım:

Hüseyin Özinal

Yapım Koordinatörü:

Şevket Serkan Şen

Görsel Efekt Süpervizörü:

Kerem Kurdoğlu

Dijital Proje Yönetimi:

Volkan Duran

Yardımcı Yönetmen:

Utku Bildirgen

Format:

2:1.35 -anamorphic-

AFİŞLER

Fotoğraflar

KAMERA ARKASI

Fragman ve Filmden Parçalar

İzle

Dilerseniz itunes üzerinden satın alarak veya kiralayarak izleyebilirsiniz.

MEDYADAN

TÜRK MEDYASI
Uğur Vardan, Radikal, Yıktık Perdeyi Eyledik Viran, 11.03.11

‘Gölgeler ve Suretler’, sinemayı aynı zamanda felsefenin, hayattaki bir duruşun, üslup sahibi bir yaklaşımın uzantısı olarak gören Zaim’in bence en iyi filmi olmuş…Hikaye aksamıyor, kendisini gayet iyi ifade ediyor, meselelerin altı kalınca çizilmiyor, anlatılmak istenenler zarifçe ve zekice naklediliyor ve her şeyden öte, reji son derece sağlam. Görüntü yönetmenliği ve müzik de birinci sınıf… Ayrıca oyunculuklar da benzer şekilde usta işi.

Niyazi Kızılyürek, Radikal, 21.12.10

“Derviş Zaim’in Gölgeler ve Suretleri yüzleşmeye çağırıyor”,

Derviş Zaim bu filmde Platon’un mağarasında gölgelerin yanıltıcı  etkisi altında yaşayan insanların dramını anlatıyor ve bizi “gerçeğe” davet ediyor. Ama bu metafizik bir “gerçek”, bir yerlerde saklı bir “öz” değil. Burada gerçek yanılsama içinde yaşayan insanın ta kendisi. İnsanların hallerinden biri. Başka halleri (hakikatleri) de olabilir elbette. Fakat onlara ulaşmak yüzleşmekten geçer. Karanlık taraflarımıza bakacak kadar cesaret sahibi olmamızdan geçer. Karagözcü Salihin dediği gibi “aklımız, ruhumuz ve hırslarımız arasında denge olursa, mağaradan çıkmaktan korkmayız”. Kıbrıslılar aralık 1963’te başlayan ve 1964 yılı bıyunca devam eden çatışmalarda böyle bir denge kuramadıkları için, mağaranın yanıltıcı gölgeleri içinde kaybolup gittiler ve karanlığa gömüldüler. Bugüne kadar da karanlıktan çıkmayı beceremediler.

Derviş Zaim, güzel görüntüler, aktörlerin mükemmel oyunculuğu ve kendine has sinema diliyle adanın karanlık tarafını aydınlatıyor ve bizi tarihimizle yüzleşmeye çağırıyor. Filmde Kıbrıslı Rum ve Türk sanatçılar birlikte yer aldığından, “Gölgeler ve Suretler” daha yapım aşamasında yüzleşmeyi başlatmış sayılır.

Telesiyej, Taraf, 9 .03.11

Derviş Zaim’in Gölgeler ve Suretler’i Bir Başeser Niteliğinde

Derviş Zaim’in son filmi Gölgeler Ve Suretler, bu coğrafyanın, bu toplumun sinemasının oluşturulmasında önemli bir adım bence; Zaim’in diğer filmlerinde olduğu gibi bu film de bir tür açılım, bir yeniden üretim bana göre.

Otantik olanı yeniden kültürleştirmek, duyguyu özgürleştirmek, dili de bağımsızlığına kavuşturmak, Derviş Zaim’in filmografisinin kaidesel durakları zaten.

Gölgeler ve Suretler insana saygılı bir film!…

Bu filmin ekseninde yer alan Karagöz perdesi, bir sinematografik fantezi değil; Derviş Zaim sinemasının ontolojik gereğidir adeta; aynen diğer filmlerinde kullandığı ebru, minyatür ve hat gibi bir üst dil aracı ya da üretken motiftir.

Hayatın kendisiyle –gerçekliğiyle –değil de, gölgesiyle yaşamaya yabancılaşmış- böyle bir gerçekliğe kurgulanmış hayat-, ideolojik olarak bunu yaşamaya adeta zorunlu kılınmış insanın –çok zor da olsa- ne yapıp edip perdenin arkasına geçerek; orada bilfiil yaşanan gerçeklerle buluşmak zorunda oluşunun mesajını taşıyor bu film. (Platon’un Mağara’sındaki gölgeleri ve bu gölgeleri seyredenleri hatırlayalım bir an için.)

Ya gölgedesin ya da omuzlarında taşıyacaksın gerçeği. Yani karagöz oynatıcısı gibi arada derede olamazsın aslında!…

Derviş Zaim’in sinema perdesi, gölgelerin ve suretlerin gerçek sahipleriyle ve olup bitenin gerçek saikıyla (gerçekliğiyle) buluşturmaya çalışıyor seyircisini.

…Gölgeler ve Suretler bu coğrafyanın son derece önemli bir filmi bence.

Hatta bir başeser. Derviş Zaim sinemasının bir erken olgunluk eseri aynı zamanda. Yönetmen bu filmiyle özgün ve pürüzsüz bir sinema diline kavuşmuş.

Sibel Oral, Taraf, Ve Gölgeler Büyür İçimizde, 11.03.11

Gölgeler ve Suretler, Derviş Zaim’in Cenneti Bekleken ve Nokta ile başladığı geleneksel Türk sanatları üçlemesinin son halkası sayılıyor, ama benim kanaatimce daha fazlası. Bilirsiniz biz gerek edebiyatta gerek sinemada yakın tarihle yüzleşme konusunda muazzam bir verimsizliğe sahibiz, bu yüzden de her yeni eser ortaya çıktığında daha hassas oluyoruz. Zaim, bu hassaslığımızın karşısında saygıyla eğiliyormuşçasına Rum ve Türk halklarının yaşadıklarını anlattığı filminde çok dengeli bir yol çizmiş. Kıbrısta konuştuğumuz Rum oyunculardan Kanstantin Gavriel “1963’te biz Türklere çok ettik” demişti. Aynı şekilde filmin Rum oyuncusu ve 2003 yılında Annan Planını desteklediği için beş yıl iş bulamayan Popi Avraam da filmin dengeli olduğunu düşünüyordu….Derviş Zaim Gölgeler ve Suretler’de kötülüğü, iyiliği ve en çok da vicdanların üzerine ışık tutuyor. Öte yandan her iki tarafın da asıl kahramanlarının kadın olması (Anna ve Ruhsar) ve bu iki kadının kendi başlarına mücadelede yer almaları da dikkat çekici diğer bir husus.  Filmin Rum tarafının çoğunluğunun beğenmeyeceği konuşuluyor. Doğru olabilir, ama filmin çok dengeli bir film olduğunun altını yeniden çizmekte yarar var. Derviş Zaim kimsenin yapmadığını yapmış ve çok da iyi yapmış. Çünkü o büyüyen gölgelerle dolu bizim tarihimiz.

Tuba Deniz, Zaman, Gölgeye İnanma Gerçeği Ara, 11.03.11

Derviş Zaim’in diğer filmleri ile kıyaslandığında daha yalın bir anlatım çıkar karşımıza Gölgeler ve Suretler’de. Yönetmen küçük bir köyde insan ilişkileri üzerinden dönemin siyasi gerginliğini aktarmayı başarır. Birbiri ile hiçbir meselesi olmayan insanların içindeki şüphe ve kin duygusunun nasıl körüklendiğinin ve kısa sürede düşmana dönüştüklerinin. Her iki tarafa da eşit mesafeden bakabilmesi ise en önemli başarılarından biri. Öyle ki Türkler ve Rumlar nerdeyse filmin içinde birbirlerini aynalar. Her karakterin diğer tarafta muadili vardır. Mesela Rum Annanın oğlu Hristo ile Velinin oğlunun olaylara yaklaşımı aynıdır. Her ikisi de diğer tarafı tehdit olarak görmektedir ve onlara göre tek çözüm yolu silaha başvurmaktır. Annanın iyi niyeti Velinin uzlaşmacı tavrı birbirini dengeler. Köyün çobanları için bile aynı değerlendirmeyi yapmak mümkün.

Zaim için filmin estetik değeri, içeriği kadar izlenebilir olması da elzem. Bu nedenle müzik kullanımında cömert davranmış. Senaryoyu ise ince detaylarla ve sembolik göndermelerle zenginleştirmiş. …

Geleneksel sanatlar ardında ciddi bir tasavvufi arka planı da haiz. Derviş Zaim filmlerinde kendi kültüründen beslenen özgün bir dil ortya koyabilmek adına bu sanatları kullanıyor. Biçimsel tarafı ağır basan bu çaba, yönetmenin temel meseleleri hakikat , vicdan, adalet, değer, ahlak gibi kavramlara da denk düşüyor.

Sungu Çapan, Cumhuriyet, Kıbrısta Bir Gölge Oyunu, 11.03.11

Kemikleşmiş Kıbrıs dramının iki toplum ekseninde ve ötekisiyle empati kurmayı deneyerek olabildiğince gerçekçi bir yaklaşımla anlatmaya çalışan Zaim, iki toplumun da sahip çıktığı geleneksel Karagöz oyununu bir ortaklık metaforu olarak kullanıp mutlak iletişimin gerekliliğini vurguluyor, yıllardır süregelen diyalogsuz, nefret ortamında, gölgelerin ve suretlerin arkasındakileri gözümüze sokmayı amaçlıyor.

Sami Ozuslu, Yenidüzen, Gölgeler ve Suretler ve Ölüler, 07.03.11

Kıbrıs, Lübnan, Filistin, Bosna, İran, Hindistan. Birbirinden farklı coğrafyalar. Farklı kültürler. Farklı insan toplulukları. Farklı tarihler. Ama tümünün ‘gölgeleri’ ve ‘suretleri’ benzeşiyor…. Derviş Zaim’in Gölgeler ve Suretler filmi Kıbrısı anlatmıyor sadece. Yukarıda sayılan ve sayılmayan nice ülke toprağında yaşanmış ve/veya hala yaşanmakta olan etnik/dini çatışmanın evrensel ‘gölge’ ve ‘sureti’dir filmde anlatılan. Nedeni ne olursa olsun, “ötekileştirilmiş” insanların yaşadığı dram.. Yürekleri dolduran dostluk, birlikte yaşama arzusu ve sevginin yerini kin, nefret ve öldürme arzusunun nasıl aldığını anlatan, tamamen gerçek bir öykü Derviş Zaim’in perdeye yansıttığı. Kıbrısı anlatıyor, evet. Ama Bosnayı da anlatıyor.

Sevgül Uludağ, Yenidüzen, Gölgeler ve Suretler, 08.03.11

‘Gölgeler ve Suretler’, olağanüstü bir film…Film boyunca gözyaşlarımı tutamıyorum, sonrasında kendime gelmem de epey bir zaman alıyor…Filmin hemen sonrasında ‘Soru- Yanıt’ bölümüne geçilmesi bile bence sakıncalı çünkü belki bu topraklarda yaşanmış olanların özetini çarpıcı biçimde bize aktaran Derviş Zaim’in bu filminden sonra, en azından birkaç dakika sessizlik olmalı…Oturup bu duygular girdabını içimize sindirebilmemiz için…Derviş Zaim bize bir pencere açıyor. Geçmişle yüzleşmek için harika bir film koyuyor ortaya. Yaşadıklarımızın toplamını ekrana yansıtmaya çalışıyor. Bunu mümkün olan en barışçıl biçime kotarmaya çalışıyor. İstiyor ki içimize dönüp bakalım: Bu topraklarda yıllardır oynatılan Karagöz Hacivat oyunlarından geriye neler kaldı? Ufacık bir taş, koca bir yangına nasıl yol açtı? Korkularımızın bizi hapsettiği gölge oyununda, gölgelerden sıyrılıp gerçek suretlerimizle özdeşleşebilecek miyiz? Derviş Zaimin bize sunduğu bu filmi nasıl kullanacağımız, kullanıp kullanmayacağımız, “intikam” için mi yoksa “barış” için mi kullanacağımız bizlere kalmış. Acılı tarihimizin önemli bir kesitini gidip sinemalarda izleyin. Gölgeler ve Suretler içinde kendimizi bulacağımız bir film.

Zahit Atam, Birgün, Çoğunluk Bakanlıkça, Gölgeler ve Suretler Jüride Yok Sayıldı, 17.10.10

1.1950-1980 arasında üç farklı on yıllık dönemde, çeşitli defalar Kıbrıs’ta tansiyon yükseldiğinde, sinemamız Kıbrıs’ı anlatan filmler çekmiştir. Bütün bu filmler göz önüne alındığında Kıbrıs’taki çatışmaları gerçekten anlatan tek film Gölgeler ve Suretler’dir, bu anlamda tarihsel olarak ilk Kıbrıs filmimizdir.

2.  Gölgeler ve Suretler, bir anlamda yalnızca Kıbrıs’a gömülü bir film eser değildir, iyi seyredildiğinde, özellikle etnik temelli çatışmalar için bir modellemeye girmiştir, bu filmin dokusunu Kürt/Türk, Bosna/Sırp ya da İrlanda/İngiltere arasındaki çatışmalara da uygulayabilirsiniz. Bir yandan da tarihsel gerçeklerden beslenmesi, yükselen tansiyonun nasıl her bir insanı arka planda bırakırken, kontrolün dışına çıkması, ilk önce en masum ve hatta deyim yerindeyse savaş karşıtı insanların öldürülmesi, ardından bu insanların savaş çığırtkanlığına katık edilmesi gibi yönleriyle aynı zamanda savaş karşıtı bir söylemi vardır.

3. Zaim yine filminde geleneksel sanatları kullanarak, meselenin bir yorumunu getirmiş. Karagöz  bu anlamda filmin bir yorumu ve siyasi -insani duruşunu anlatan bir bölüme dönüşmüştür. İkisi de adanın gerçek efendisi olmayan, özne olamayan halkların birbirlerine yöneltilen şiddetinde ve öfkesinde, nasıl sürüklendiklerinin bir yorumudur. Bu anlamıyla biçim olarak son derece modernist bir kullanımı vardır, hem de geleneksel bir anlatı formunu kullanarak. Filmin sanat yönetmenliği, oyunculuğu, kurgusu ve hikayenin işlenişi Dervişin olgunluk dönemini göstermektedir….Normal anlamda bu koşullardan böylesine bir sinema çıkamazdı, tutkunun, derinliğin, inadın ve cefanın bir ürünü olarak Yeni Türkiye Sineması yüzyılımızın fenomenlerinden birisidir, ama buna karşın her önemli çıkışında çelme yemesi ise trajik olduğu kadar acı da vermektedir.

Melih Aşık, Milliyet, Açık Pencere- Zaim, 15.10.10

Benzetmek gerekirse Dido Sotiriou’nun “Benden Selam Söyle Anadoluya” adlı romanı kadar savaşın yıkıcılığını iki halk arasında eşit şekilde bölüştürerek beyaz perdeye getirmişti. Derviş Zaime alkışlar (Nazım Alpman).

Hasan Hastürer, Havadis, 6.03.11

Film 1963’te yaşadıklarımızı, Kıbrısta Kıbrıslı Türk – Kıbrıslı Rum ayrışma ve çatışmasının özünü çok yalın ve harika anlatıyor.  Eğer Kıbrıs sorununun Kıbrıslılarla bağlantılı nedenini, gelişimini anlamak istiyorsanız Derviş Zaim’in filmi gayet güzel anlatıyor.

Zahit Atam, Gölgeler ve Suretler, Birgün, 13 Mart 2011

Bir de tarihsel süreçten çıkardığı ders, geçmişe bir hayıflanma ve geleceğe dair bir özlemle dolu. Mutlak hakikati değil, mutlak barışı arayan bir film, tarihin yıkıntıları arasında dolaşırken, her türlü kolaycı çözümden ve …suçlama (yaklaşımından) itinayla uzak durmuş bir film. Karagözün iki halka yaptığı barış çağrısı ise aslında bir insanlık meseli, kıssadan hissesi de bilgelik dolu, ister toplumlara uygulayın, isterse bireysel düzlemde ahlaki anayasanıza katın.

Ahmet Tolgay, Kıbrıs gazetesi, 13 Mart, 2011

Senaryosunu da yazdığı bu filmde Kıbrıslı Türk ve Rum sanatçıları bir araya getirerek uzlaşma adına soylu mesajını veren Zaim, ortaklık cumhuriyetinin yıkılmasına neden olan olayları özgün bir sinema diliyle anlatıyor. 1963 patlamasını hazırlayan nedenleri filminin başında Karagöz Hacivat perdesi üzerindeki satırlarla açıklıyor yönetmen. Arkasından, fanatizmin ve hakimetçilik hırsının cumhuriyetin ortaklarını birbirine nasıl düşürdüğünü, ilk kurbanların masumlar olduğunu kırsal kesimin otantiği içinde gerçekçi bir dille sunuyor. O ana-baba günlerinde gölge sanatçısı babasından ayrı düşen ve babasını ısrarla, riskleri göze alarak arayan genç bir kızın gözünden yakın tarihimizin labirentlerine dalıyoruz…Her Kıbrıslının izlemesi ve her Kıbrıslının yabancıları da mutlaka izlemeye teşvik etmesi gereken öz be öz bir Kıbrıs filmi bu.

Zahit Atam, Birgün, 13 Mart 2011

Benim için tümden yeniydi, ama daha genel konuşursak, Gölgeler ve Suretler Türkiye sineması için de yenidir. Şundan emin değilim, ama büyük ihtimalle Rum ve Yunan Sinemaları için de yenidir

Cenk Mutluyakalı, Yenidüzen, Gölgeler Giderek Büyürken Kıbrıs Dair bir Yüzleşme, 6.03.11

Derviş Zaim’in önceki filmlerinden bildiğimiz ustalığı, hem görüntü açılarına hem geçişlere yansımış yine…Fotoğraflardan yaşama dönüş, sinema tekniği içinde öyle güzel bir hal alıyor ki, izleyici kah tatlı bir huzur, kah gerilimle yapışıp kalıyor koltuğuna. Çok başarıyla işleniyor, basit ama derinliği olan öykü, öykümüz. Bir yüzleşme aslında, ‘Gölgeler ve Suretler’…Öfkelerimizle, güvensizliğimizle ve içimizdeki iyiliğin nasıl ‘kötülüğe’ dönüşebileceği ile ilgili bir yüzleşme…Ve tarihimize dair son derece ‘dengeli’ bir film çıkmıştır ortaya.

Bahar Çuhadar, Radikal, Yeşil Hatta Barış İçin Bir Damla, 7.03.2011

Kıbrıslı yönetmen Derviş Zaim, 1960’lı yıllarda adada Türk ve Rum halkı arasında yaşananları anlattığı filmi ‘Gölgeler ve Suretler’in galasını Lefkoşa’yı ikiye bölen ara bölgede yaptı. Kıbrıslı Türk ve Rum gazetecilerin ortak yorumu ‘iki tarafı da anlayan bir film olduğu yönünde…Filmin gösterildiği mekan, Lefkoşa’yı Güney ve Kuzey Kıbrıs arasında ikiye bölen, Birleşmiş Milletler bayrağının dalgalandığı ara bölgede, küçük bir salon. ‘Yeşil Hatta’buluşan seyircilerse her iki taraftan gazeteciler ve Sivil Toplum Kuruluşları çalışanları. Ortak kanı, Zaim’in yaşananları her iki tarafın da duygularını gözeterek ve gerçekçi biçimde anlattığı yönünde. Güney Kıbrıslı bir STK çalışanı olan Katie Economidiou, filmin Rum gençlere gösterilmesi gerektiğine vurgu yapıyor: ‘Bizde 1963’te olanlar hep görmezden gelindi. Film çok iyi dengelenmiş. Kıbrıs hepimize ait. Tek bir tarih var ama herkes kendi tarafından bakıyor. Birbirimizin yerine geçip bakabilmeliyiz. Bu filmi daha fazla gence göstermek bizim için görev’.

Başrol oyuncularından, Güney Kıbrıslı Popi Avraam ise filmde rol alarak risk aldığını ama umursamadığını anlatıyor: ‘1963’te yaşananlar sonrasında çocuk aklımla, ‘Türk ne, Rum ne?’ diye düşünmüştüm. Filmde oynayarak risk aldım ama umursamıyorum’.

Sibel Oral, Taraf, 7 Mart 2011

Son derece başarılı, büyülü bir olgunluk dönemi filmi olarak nitelendirebileceğimiz Gölgeler ve Suretler için önceki günlerde Lefkoşa’da ve Rum Kesimi ile sınır olan Yeşil Hat’ta iki gala yapıldı. Elbette Lefkoşa’da yapılan gala oldukça kalabalıktı. Ne de olsa ilklerin filmiydi, bir cesaret, bir yüzleşme filmiydi. İlk defa Türkler ve Rumlar, Kuzey Kıbrıs’ta çekilen bir filmde rol aldılar…(Sınırın ara bölgesindeki galada) sadece Rum oyuncular değil; Rum gazeteciler, araştırmacılar da var. Ya filmde olan bitene tepki verirlerse? Hayır, öyle olmuyor, tam aksine filmin sonunda filmin tüm detaylarının çok gerçekçi ve objektif olduğunu söylüyorlar.

Aysu Basri Akter, Çaldık Çırptık, Ham Yaptık, Hatta Katliam Yaptık, Yenidüzen, 09.03.11

İşte ‘Gölgeler ve Suretler’de, iyi ile kötü arasındaki o şeffaf nokta da aralanıyor. Kimsenin tek başına iyi ve kimsenin aslında tek başına kötü olmadığını, en iyinin de en kara bir gölgesi, en kötüye tutulan bir perde olduğunu görüyoruz.

‘Hem görünmez olmak hem de iyi bir insan olmak mümkün müdür? Gölgene dikkat edeceksin müdür?’

Karagöz ile Hacivat arasında geçen bu diyalog aslında, Akdeniz’deki sancılı adada yaşayanların hem görünmez olup, hem de iyi insan olmak arasında gidip geldiklerini de çok iyi anlatan bir diyalog…

‘Gölgeler ve Suretler’ Kıbrıs’ta her iki tarafın da gölgelerimizle yüzleşmemiz gerekliliğini yüzümüze çarpan bir film. Tam da en en görünmez olduğumuzu sandığımız zamanda, en sonunda kalkıp ışığı yakan, gözlerimizin önüne suretimizi dikip, hesap soran bir film.

Komşu Maria’nın gece evinin damına golifa attığını ve şeytanları, goncolozları kovduğunu anlatırdı anneannem. Çocukuğumda ayrı bir yeri var nedense bu yarı karanlık hikayenin. Maria nasıldı, şeytan neye benzerdi, goncolozlar gerçekten gelebilir miydi, hiç bilmediğimden, belki de…

Maria’yı hiç tanımadım. Bizim evin damına da hiç golifa atılmadı. Maria ile bu filmde tanıştım. Bu filmi izleyin.

Alin Taşçıyan, Mağaranın Neresindeyiz, Star, 6.03. 2011

Bu topraklara ait bir sinema dili yaratma çabasında geleneksel sanatlardan, mitlerden ve felsefeden yararlanarak çok katmanlı filmlere imza atan bir entelektüel, Derviş Zaim. Bir kez daha çağına tanıklık ediyor bu (olağanüstü) filmde. ‘Gölgeler ve Suretler’ 1963 yılında Kıbrıs olayları sırasında Türk ve Rumların bir arada yaşadığı bir köyde meydana gelenleri, gölge oyununun sinemaya sağladığı anlatım olanaklarından yararlanarak ve Eflatun’un ‘Devlet’in yedinci kitabında anlattığı mağara benzetmesini kullanarak anlatıyor. ‘Gölgeler ve Suretler’ sadece 1963 yılında Kıbrıs’ta Rum ve Türk toplumlarını bölünmeye götüren şiddet eylemlerini anlatan bir film değil, elbette. Aynı gökyüzü altında birbirine düşman olanların, geçmiş acılarına şifa bulmayıp onları sürekli bugüne taşıyanların, hakikati bütün parlaklığıyla göremeyenlerin evrensel öyküsünü anlatıyor…Peki biz, örneğin bugünün Türkiyesinde birbirine düşman olanlar görebiliyor muyuz olanca parlaklığıyla? Mağaranın içinde miyiz dışında mı? Gölge mi gördüklerimiz suret mi? Eflatun’un sözünü ettiği, görünen dünyada ışığı yaratan ve dağıtan iyilik düşüncesini ulaşıp bilgece davranabilecek miyiz?

Murat Tırpan, Derviş Zaim’in Diyalojik Sineması, Altyazı, sayı 104, Mart 2011

Yönetmenin çok katmanlı ve Robert Kolker’in Stanley Kubrick için kullandığı ifadeyle ‘entelektüel bir soğukluğa’ sahip filmografisini bütünüyle değerlendirmek çok kolay değil. Böyle tartışma yapmak geleneksel sanatlardan modern sinema estetiğine, Susurluk ve Kıbrıs gibi pek kimselerin dokunmadığı meseleleri konu etmesinden sinemasında mimari, mekan ve zamanın önemine birçok farklı perspektiften bakmayı gerektirir. Zaim’şn kavramları arasında dikey bir hiyerarşi olmamasına rağmen diyalojik yöntemi hepsini çevreleyen ve kucaklayan bir kavram olarak görmek mümkün. Bu ay gösterime girecek olan son filmi Gölgeler ve Suretler’in de bir kez daha gösterdiği gibi, onun sinemasının en belirleyici özelliklerinden biri, çoksesli ve diyalojik olmasıdır…

Derviş Zaim de ilk fiminden beri olgunlaşan bir ivmeyle birbirinden farklı ama aynı amaca hizmet eden bir biçimsel çeşitlilikle, farklı sanatlara ve diyaloğa, sonuç olarak çoksesliliğe başvurmaktadır.

Bu üslup arayışı ve çeşitliliğini Türk sinemasında ilk kez gördüğümüz söylenebilir. Çok farklı meseleleri ve ötekileri konu alan filmografisinde içerik-biçim ilişkisini bu denli mesele edinerek yönetmen, sadece kişilerini değil sinemasal üslubunu da bir tür diyaloğa sokmaktadır…Zaim’in sinemasını bu bağlamda düşünürken akla kaçınılmaz olarak Bakhtin’in müzikten devşirdiği polifoni kavramı da geliyor. John Burns’un da belirttiği gibi sinemada polifoni, birçok heterojen sesin bir araya getirilmesidir, bu hem içerikte (mesela karakterlerin diyalogları ve aksanları) hem de biçimde (farklı biçimsel yöntemlerin bir arada kullanımı) gerçekleşebilir, iyi bir kulak Derviş Zaim’in sinemasının her karesinde bu orkestrasyonu duyabilir…

Bu yaklaşımsinemasal çoksesliliği sağlamasının yanısnda daha çok Aristocu dramı benimseyen anaakım sinemanın karşısına daha minimal ve aşkın bir yapı da konumlar. Metaforlar, semboller ve alegorilerle yapılar kurarak bir üst-dil oluşturup sinemayı edebiyattan kurtarma niyeti güden, görüntüyle kendine özgü bir dil yaratmayı amaçlayan bir anlayıştır bu. Batı’nıj konvansiyonel monolojik anlatısının karşısına konulan bu alternatif dil daha önce de bazı yönetmenlerimizin eserlerine sızmıştır, ancak gölge oyununu, Doğu’nun epik anlayışını ve lirizmi kullanmaya çalışan bu filmler, bunu yapacak ciddi bir sanatsal tavır ve üstüne yerleşecekleri derin bir gelenek bilgisi genelde eksik kaldığından, çoğu zaman çok başarılı olamamışlardır.

Zaim’in, 14 yıl ertelenmiş son filmi Gölgeler ve Suretler (2010) ile Kıbrıs’a dönmesi şaşırtıcı değil; Kıbrıs, toplum olarak ötekiyle olan ilişkimizi, yarattığımız korkuları sergileyen bir metafordur, diyalogsuzluğun mekanıdır. Hala yüzleşmekten korktuğumuz bu yaranın deşildiği ilk gerçek film olarak kaydedilebilir Gölgeler ve Suretler. Etnik ve dinsel ayrışmaları tartıştığını iddi ederken her şeyiyle Holywood’u tekrar etmesiyle övünen filmler gişe rekorları kırarken, Zaim’in geleneksel sanatlar üçlemesinin bu son halkası bir yanıyla biçimsel olarak geleneksel bir sanatı modernist biçimde kullanarak sinema dilini çeşitlendirmesiyle yine heyecan verici, öte yandan ötekilerle olan ilişkimize, diyalogu merkeze alan bir gerçek bir bakış getirmesiyle takdire değer bir film. ‘Öteki’ meselesini dengeli bir şekilde ve ortaklıklar üzerinden anlatırken bunu yine iki toplumun da ortak malı sayılabilecek gölge oyununu kullanarak yapması, ötekiyle empati kurmayı denemesi nedeniyle her zamanki gibi aynaya bakmayı sevmeyen bazı çevrelerin hoşuna gitmedi bu film. Oysa gerçeğin ne olduğunu görebilmek için yansıyan gölgelere değil mağaranın içine girip biraz bakmak gerekmiyor mu?

…Gölgeler ve Surler oyuncu seçimleriyle bile önemlidir; zira Türk ve Rum oyuncuların bir filmde ilk kez birlikte yer almasıyla yeni iletişim imkanları yaratır.Kıbrıs’ın küçük bir köyünde birlikte yaşayan Kıbrıslı Türk v Rumlar, 1964 yılında başlayan çatışma ortamından doğrudan etkilenirler. Karagözcü Salih’in sözleriyle ‘akıl, ruh ve hırs arasındaki denge bozulunca ya da Eski Yunan’ın deyişiyle ‘ölçü’ kaçınca, trajedi kaçınılmazdır. Denge bir kez bozulmuştur. Zaim, Gölgeler ve Suretler’de aslında meselesinin özüne ve nedenlerine dair çok fazla yorum yapmaz, sorunun çözümü için nasıl davranmamız gerektiğine dair bir filmdir çektiği. Tarihsel nedenler, yıllarca, birlikte, iç içe yaşamış insanların bir anda silaha sarılmalarının psikolojisini deret edinir. Sağduyulu insanların, Anna’nın ‘komşuluk hatırı’nın sayılmasında ısrar etmesi, ya da elinde iktidar olsa Rum öldürmekte tereddüt etmeyecek olan ama güçsüz olduğu için barış çağrısı yapan teşkilatçı Veli’nin yaptıkları bir işe yaramayacaktır. Çünkü bir yandan yangın başlamıştır, iktidar sahipleri kararlar vermiştir, öte yandan da günümüzün gençliği bir nefret söylemiyle büyümüştür, milliyetçilik hastalığına yakalanmıştır. Anna’nın oğlu Hristo ve Karagözcü Salih’in kızı Ruhsar her fırsatta bu söylemi yaymakta, çatışmaya körükle gitmektedir. Birinin ‘Türklere güven olmaz’ sözü diğerinin ağzında ‘Rumlara güven olmaz’a dönüşmektedir. Kimliğimizi bir düşman yaratıp ona duyduğumuz nefretle kurmanın bir göstergesidir bu…

Geleneksel sanatlardan gölge oyunu, filme kahramanlardan birinin Karagöz oynatıcısı olmasıyla girer. Zaim’in gölge oyununu seçmesi…birçok nedenle bilinçlidir, çünkü her şeyden önce iki toplumun da sahip çıktığı bir sanattır bu. Yönetmen iki toplumun da kendine mal ettiği bir sanatı bir ortaklık metaforu olarak filmin üslubuna yedirmiş, hatta Türk Salih’i de Rum Anna’yı da karagöz oynatıcısı yapmıştır…

Gölgeler ve Suretler’in vizyona girişi konjonktürel açıdan ülkemizde Kıbrıs tartışmalarının yapıldığı bir döneme denk geldi. Karşılıklı suçlamalar üreterek, yine birbirimizi dinlemediğimiz bu ortamda gölgelerin ve suretlerin ardındakileri görmekte, filmi bir iletişimimkanı olarak okumakta yarar var. Türk sinemasının bu, Tül Süalp’in deyimiyle ‘meselesi, dili ve arayışı olan’ yönetmeninin sineması bizden sembolleri okumayı, ötekiyel ilişki kurmayı ve onu anlamak için çaba göstermeyi talep etmektedir. Bu biraz da bilinçli bir seçimdir, okuyucunun metnin seslerini duyabilmesi için çaba göstermesi ve kendini eğitmesi de gerekebilir. Bakhtin biçimcilerin metni kapatmalarına neden karşı olduğunu anlatırken göz önünde bulundurulması gereken ‘okuyucunun aktif etkisi’nden de söz açar.  Zaim’in sineması da tıpkı düşünürün tasavvur ettiği gibi biçimi ve meselesiyle kendisini izleyecek gerçek ve aktif izleyiciler olmamızı talep eder.

Taraf, Derviş Zaim’in ‘Gölgeler ve Suretler’i bir başeser niteliğinde, 09.03.2011

Derviş Zaim’in son filmi Gölgeler ve Suretler, bu coğrafyanın, bu toplumun sinemasının oluşturulmasında önemli bir adım bence; Zaim’in diğer filmlerinde olduğu gibi bu film de bir tür açılım, bir yeniden üretim bana göre. Otantik olanı yeniden kültürleştirmek, duyguyu özgürleştirmek, dili de bağımsızlığına kavuşturmak, Derviş Zaim’in filmografisinin kaidesel durakları zaten.

Gölgeler ve Suretler, insana saygılı bir film!

Dışarıdan kurgulanmış, absürd bir savaşın taraflarına adete eşit bir mesafeden bakıyor.

Aslında hızlı ama çok anlamlı bir bakış atma bu. Bir yönetmenin, gölgenin gerçekliğine doğru bir yolculuğun ayarıyla ilgili bir bakış atışı…

Bu filmin ekseninde yer alan Karagöz perdesi, bir sinematografik fantezi değil, Derviş Zaim sinemasının ontolojik gereğidir adeta; aynen diğer filmlerinde kullandığı, ebru, minyatür ve hat gibi bir üst dil aracı ya da üretken motiftir. Hayatın kendisiyle, – gerçekliğiyle- değil de, gölgesiyle yaşamaya yabancılaşmış- böyle bir gerçekliğe kurgulanmış hayat-, ideolojik olarak bunu yaşamaya adeta zorunlu kılınmış insanın -çok zor da olsa – ne yapıp edip perdenin arkasına geçerek; orada bilfiil yaşanan gerçeklerle buluşmak zorunda oluşunun mesajını taşıyor bu film. (Platon’un Mağara’sındaki gölgeleri ve bu gölgeleri seyredenleri hatırlayalım bir an için.)

Ya gölgedesin ya da omuzlarında taşıyacaksın gerçeği!

Yani karagöz oynatıcısı gibi arada derede olamazsın aslında!

Karagöz bir temsildir sadece…

Kürşat Saygılı, Gölgeler ve Suretler: Postmodern Karagöz, Cineritüel, 26 Ocak 2016

“Bizim Lokanta’ya geldik. Hıncahınç dolu idi. İçerde Hazım karagöz oynatıyordu.
Piri, ilk defa gördüğü karagöze hayret ve merakla bakıyordu.
-Bu ne? diye sordu. Ona karagözü anlatmak uzun olacaktı.
-Bu, dedim, sinemanın büyük babasıdır.”[1]
Fikret Adil

Türkiye, Modernleşme Serüveninin Sonunda Karagöz ile Yüzleşebilir Mi? 

26 Mart 1953’te Cumhuriyet gazetesinde Bedri Rahmi, Karagöz ve sinema ilişkisine dair bir yazı kaleme alır. Yazının bir bölümünde şöyle der yazar:

Sinemanın elinde bu kadar çeşitli, bu kadar herkesin olabilecek imkânlar bulundukça, Karagöz yeniden aramıza katılacak. Falcılıkla başım hoş değildir; ama hele bizim şu çakı gibi karikatürcülerimiz bir Karagöz’ü ele alsınlar, el ele verip onu bir sinema perdesine götürsünler. Bana öyle geliyor ki bizim yerli filmciliğimizde bir dönüm noktası olacak.[…] Şurası muhakkak ki birkaç sanat, bir tek çatı, bir tek yapı, bir tek hamur içinde yoğrulmadıkça büyük sanat doğmayacak.”[2]

Yazıda da belirttiği gibi falcılıkla arası pek hoş olmayacak ki Karagöz’ün sinema perdesinde aramıza katılması için -bir iki sıradan örnek vardır belki ama- Derviş Zaim’in geleneksel sanatları kullanarak yeni bir üslup denemesi aradığı üçlemesinin son filmini beklemek gerekecektir.

Zaim, Cenneti Beklerken ve Nokta’da gördüğümüz gibi geleneksel sanatlar ile olan yolculuğunu bir “form arayışı”na dönüştürür. Zaim bu form arayışının birkaç farklı yöntemi olabileceğini söyler; “genellikle gelenekten yararlanmanın birkaç yöntemi olabiliyor. Bir tanesi kes-yapıştır yöntemidir. Geleneğin kimi özelliklerini alır, keser yapıştırırsınız. Karagöz’deki bir muhavereyi, söyleşmeyi alır filminizin içerisine koyarsınız. Karagöz’de sık kullanılan bir dekor yapıp kadrajın bir kenarına koyarsınız.”[3] Zaim’e göre bu yöntem saygı duyulması gereken bir yöntem olmakla birlikte kalıcı bir yöntem değildir. Zaim’in tercih ettiği yöntem ise şudur: “Karagöz’ün veya öteki filmlerimde olduğu gibi geleneğin motiflerine bakıyorum ve o motifleri sinemaya nasıl transfer edeceğime dair fikir yürütmeye gayret ediyorum.”[4] Böylece filmin formu ile geleneksel sanatların formu arasında bir ilişkisellik, bir alışveriş kurmayı deneyen yönetmen bu filmde de karagözün belli motiflerini filmine taşımayı denemiştir. Bedri Rahmi’nin değindiği gibi birkaç sanat böylece tek bir çatı tek bir form tek bir yapı içerisinde birleşebilecek ve yeni bir estetik alımlamanın önü açılabilecektir. Cevdet Kudret’e göre de Karagöz’ü günümüzde yaşatmanın tek çaresi Karagöz’ün biçimini yeni sanat formuna giydirmektir. Kudret şöyle der:

Geçmiş bir uygarlığın ürünü olan bu ulusal sanatı bugün yaşatma olanağı kalmadığına göre ne yapacağız? Bugün yapabileceğimiz tek şey karagözü kendi kılığı ile perdeye ya da sahneye çıkarmak değil, tiyatro edebiyatımızda onun yönteminden, havasından, esprisinden yararlanmaktır.”[5]

Kudret’e göre de tek yol yeni sanat eseri formunu Karagöz’ün formu ile birleştirerek modern anlatım imkânı ile ikisini tek çatı altında birleştirmektir. Zaim’in yaptığı da budur. Karagöz’deki “küşteri meydanı” mefhumunu Cenneti Beklerken ve Nokta filminde de vurguladığımız gibi “yekpare geniş bir an” düşüncesi ile sentezler.

Bedri Rahmi 53’te Karagöz’ün sinema ile yeniden hayat bulacağına inanmıştı inanmasına ama Karagöz’ün tarihine ve bizdeki modernleşme süreçlerine baktığımızda bunun pek de kolay olmayacağı aşikârdı. Karagöz oyunu bilindiği gibi aynı zamanda bir perde oyunudur ve Karagöz’ün bir adı da “hayal”dir. Karagöz oynatıcısına da “hayalci” denir.[6] Karagöz’ün politik bir oyun olduğu çeşitli araştırmacıların ve vakanüvistlerin müşahitlikleri ile ispatlanmıştır. Öyle ki padişah hariç herkes bu oyunların hedef tahtasında kendini bulabilir ve eleştiri oklarının kurbanı olabilirdi.[7] Aynı zamanda bu oyunların müstehcen bir içeriğe sahip olduğunu da çeşitli tarihçilerin ve yazarların kitaplarından öğreniyoruz.[8] Bundan dolayıdır ki Tanzimat dönemi aydınları bu oyunların sözlü kültüre dayanmalarından ve açık-biçime sahip olmalarından ötürü tiyatro edebiyatı içerisinde değerlendirilemeyeceğini belirtmişler ve oyunların müstehcen yapısından utanmışlardır. “Namık Kemal bunlara su-i edeb talimhaneleri veya su-i ahlak mektebi ve bunca rezaletler mektebi diyor, bunlar yerine tiyatroya yönelmeyi salık veriyordu.”[9] Karagöz’ün Tanzimat’tan sonra epeyi ihmale uğradığı söylenebilir. Milli Mücadele döneminde “Karagöz” mizah dergisi karikatürcülerin elinde Karagöz-Hacivat ikilisini neşriyatta devam ettirmiş; fakat o küfürbaz ve muhalif Karagöz yerini Mustafa Kemal’in bir askerine tevdi etmiştir…

Cumhuriyet’in ilanından sonraki yerlileşme hareketleri ise daha çok Osmanlı döneminin askıya alındığı bir dönem olacaktır ve Darülbedayi kurulurken geleneksel Türk Tiyatrosu üvey evlat muamelesi görecektir. Darülbedayi sadece Batı’ya dönük bir mektep olarak eğitim vermeye başlayacaktır. Örneğin okulun musiki bölümü alaturka ve alafranga olmak üzere iki kısma ayrılırken tiyatroda sadece Batı tarzı eğitim uygun görülmüştür.[10]

Milli Şef döneminde (1939-1945) Hasan Ali Yücel’in gayretleriyle başlatılan yeni kültür politikaları ile Yunan ve Latin kaynaklarına dönüş ve tercümelerdeki artış, geleneksel Türk Tiyatrosu’nun ve Karagöz’ün sadece birkaç ustanın elinde kalmasına ve zamanla unutulmasına neden olmuştur. Öyle ki Ayvazoğlu’nun aktardığına göre köy enstitülerinde köylü çocuklara Yunan tragedyaları oynatılmıştır.[11] Bu yüzdendir ki Derviş Zaim’in çabası oldukça önemlidir. Sadece -neredeyse- unutulmuş bir geleneksel sanatı gündeme taşımak değil, Karagöz’ün biçimini sinemaya taşıması anlamında giriştiği çabanın önemi büyüktür. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Zaim’in geleneksel sanatlardan beslenme şekli kes-yapıştır yöntemi değildir. Cevdet Kudret’in de Karagöz’ün yaşaması için yapılması gereken tek şey olarak teklif ettiği gibi Karagöz formunun sinema formuyla buluşması Zaim’in Gölgeler ve Suretler filminde gündeme gelir.

 Gölgeler ve Suretler Filmi’nin Önemine Dair

Zaim; Karagöz’ün “Küşteri Meydanı”nı filmin biçimine uyarlamaya çalışır ve Karagöz’ün felsefi arka planını, Platonist tavrını filmin değer üretme çabası ile harmanlar. Gölgeler ve hakikat, insanın karanlık tarafı ve iyilik-kötülük antagonizması film metni boyunca bir tartışma konusu haline getirilir. Bütün bunlara filmin estetik tavrını incelerken değinilecektir. Bu filmi özellikli kılan başka bir olgu da filmin Kıbrıs’ın 1960’lı yıllarına ışık tutuyor olmasıdır. Türk Sineması’nda genellikle milliyetçi duygularla ya da stratejik konjonktürel çıkarlarla gündeme gelen Kıbrıs’ın Rumlar ile Türkler arasındaki paylaşım savaşı, İngiltere’nin adanın yönetimini adanın iki hâkim  milletine terk ettikten sonra başlayan kargaşa ve güç mücadeleleri, iktidar kavgaları; milliyetçi hamasi duygular* yerine evrensel bir bakış açısıyla insanın içindeki iyilik-kötülük antagonizması perspektifinde temsiliyet kazanır. 60’lı yılların Kıbrıs’ına ve ada halkının savaşına tanıklık ederken yönetmen seyirciyi aynı zamanda iyilik-kötülük üzerine düşündürmeyi hedefler. Gölgeler ve Suretler estetik açıdan önemli olduğu kadar bu sebeple politik açıdan da önemlidir. Zaim, Çamur (2003) ve meslektaşı Panicos Chrysanthou ile birlikte yaptıkları belgesel film Paralel Yolculuklar (2002) ile birlikte Kıbrıs üzerine üçüncü filmini yapar. Çamur’da savaştan sonraki Türk halkının travmalarını, Paralel Yolculuklar’da iki halkın savaşta yaşadıkları trajedilere odaklanan yönetmen Gölgeler ve Suretler’de bu kez savaşın insan psikolojisi üzerindeki etkileri, özne ve öteki, iyilik ve kötülük gibi evrensel temalar etrafında ördüğü bir hikâye anlatır. Hem ortak yaşam kültürüne bir vurgu hem de iki halkın savaşında “insanın karanlık tarafı”nın da politik atmosfer kadar etkili olduğu gerçeği özellikle vurgulanır. Böylece film günlük siyasetin bir malzemesi olmaktan ya da tarihi bir belge olmaktan ziyade evrensel bir anlatıma dönüşür.

Perdeyi Kaldırdığın An Gördüğün Şey Hakikattir

Filmin estetik dilinin gölge oyunundan mülhem olmasının motivasyonunun “her şeyden önce hem Rumlar hem de Kıbrıslı Türkler için 60’lı yıllara kadar devam eden bir sanat”[12] olmasından kaynaklandığına işaret eder yönetmen. Kırel ve Duyal Zaim’in sinemasını tanımlarken şu ifadeleri kullanırlar: “Zaim’in sinemasında olanı olduğu gibi kabul etmektense “perdenin arkası”nı göstermek tarafı ağır basar.”[13] Gölgeler ve Suretler filminin gölge oyunundan mülhem metaforik anlamı ise burada devreye girer. Karagöz’ün hem sivri dilli hem hüccav olmasının yanında oyunun mutlaka tasavvufi bir arka planının olması gerekirdi. Oyunun fasıllarında tasavvufla ilgili konular bulunmazdı ama mutlaka oyunun başında okunan “perde gazeli”nde tasavvufi metinler yer alırdı.[14] Evliya Çelebi hayal-i zılcı Kör Hasan-zade Mehmet Çelebi’yi anlatırken: “Nice kelamları vardı ki netice-i ilm-i tasavvuf idi.” demiştir.”[15] Karagöz’ün asıl tasavvufi yapısı oyunun içeriğinden ziyade biçimindedir; zaten Zaim’in sinemasına ilham veren kısmı da burasıdır. Karagöz oyunun yapısını Cevdet Kudret şöyle betimler:

Karagöz; 1x 1.20 boyutunda gerilmiş beyaz bir perde gerisinde oynatılır. Çoklukla mermerşahiden yapılan karagöz perdesi, karagözcüler arasında “ayna” diye anılır. Perde pamuk ipliğinden yapılmış üç dört parmak enliliğinde bir fitilin zeytinyağı doldurulmuş bir kab içinde yakılmasıyla meydana getirilen meşaleler ya da kalın mumlarla arkadan aydınlatılırdı. Sonraları havagazı ve elektrik lambaları kullanılmaya başlandı. Perdede oynatılan şekillere “tasvir” adı verilirdi. [Tasvirler] saydam oldukları için, arkadan vuran ışığı geçirir ve renkleri belli ederler. Bunlar özel olarak açılmış deliklere geçirilen değneklerle oynatılırdı.”[16]

Karagöz’ün bu tekniğine baktığımızda sinema perdesi ile kısmen benzeştiği görülür. “Sinema görüntüsü, bir nesneden yansıyan ışığın, kameranın mercekler sisteminde oluşturduğu o nesneye ait şeklin, arkadaki pelikül üzerine düşürülmesiyle oluşur.”[17]

Perdenin aynı zamanda ayna olarak adlandırılması ve aynada tasvirlerin oynatılması ve tasvircinin varlığının da perde ile birlikte biliniyor olması yine bu oyunun da minyatür gibi Aristocu mimesis anlayışından uzak olduğunu gösterir. Oyunun tasavvufi boyutu da buradadır. Gölgeler ve Suretler, “Kıbrıs sorununu etnik kimliği sorunsallaştırmadan sıradan insana odaklanarak anlatır.”[18] Böylece film Çamur’da olduğu gibi ideolojik gerçekliğin arkasındaki asıl gerçeğe odaklanmayı dener. İngilizlerin adayı iki millete terk etmesi ile birlikte başlayan post-kolonyal dönem biyo-politikanın insanlar üzerindeki ideolojik tahakkümlerini sonlandırmamıştır. Ulus-devlet propagandası Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim sloganları ile devrededir. Karagözcü Salih ve kızı Ruhsar, Veli’nin köyüne vardıklarında bir duvarın dibine tünerler. Duvarda EOKA sloganı silinmiş ve yanına TAKSİM yazılmıştır. Filler ve Çimen ve Çamur filmlerindeki gibi -bu kez bir savaşın içinde- sıradan insanlar ideolojik tahakkümün birer nesnesidirler. Çıplak hayatın siyasallaşması en belirgin haliyle teşhir edilir. Fakat film metni usta bir manevrayla bu siyasallaşan bedenleri temsil etmekle yetinmez ve görünen suretlerin gölgelerini sorunsallaştırır. Böylece ideolojik gerçekliğin ardındaki hakikat, Karagöz perdesi ile seyirciye hatırlatılır.

Filmin ilk diyaloglarında karagözcü Salih, Karagöz oynattıktan sonra kızından perdeyi toparlamak için yardım etmesini ister. Kızı ise Karagöz’ü sevmediğini belirterek bu teklifi reddeder. Karagözcü Salih şöyle der: “Bu oyun bana gölgemi gösterdi, böylece beni kurtardı. İleride seni de kurtarabilir.” Bu diyalogun hemen ardından silah sesleri duyulur. “Gölge büyümeye başlamış” ve Rumlar saldırıya geçmiştir. Karagözcü Salih ve kızı köylerini terk etmek zorunda kalırlar. Filmin, estetik arka planında gölge oyunu motifini kullanması filmin siyasal zeminini tartışmalı bir noktaya taşır. Ulus-devlet ve Taksim sloganları ve diğer milliyetçi söylemler ve hâkim ideolojiler sıradan insanların hayatlarını nasıl etkiliyorlar? Yönetmenin esas üzerinde durduğu soru(n) budur. Yönetmen savaşın her iki tarafı için de yüzleşmeden barışın gerçekleşmeyeceğini Çamur ve Paralel Yolculuklar filminde anlatmıştır. Bu filmde ise “yüzleşme” özneye dönük bir mefhuma dönüşür. İnsan surete aldanmamalı gölgesinin peşine düşmelidir. İdeolojinin insan üzerinde yarattığı yanılsama Karagöz perdesi ile sorunsallaştırılır. İnsanın ilk önce kendi içindeki kötülük meselesi ile yüzleşmesi gerektiği vurgulanır.

Peki, görünenin ardındaki hakikati nasıl göreceğiz? John Carpenter’ın filmi  They Live (1988) ideoloji eleştirisini Karagöz perdesini anımsatan bir imge ile gerçekleştirir. Filmin kahramanı John Nada, New York sokaklarında amaçsızca dolaşan ve gündelik işlerde çalışan altsınıfa mensup bir yurttaştır. Bir gün tesadüf sonucu bir kilisede kutular dolusu güneş gözlüğü bulur. Güneş gözlüğünü New York sokaklarında amaçsızca gezinti yaptığı bir sırada kullanır ve gözlüğün bir ideoloji eleştirisi makinesi işlevi gören bir nesne olduğu ortaya çıkar. Gözlük, reklamların, afişlerin ve diğer tüketim nesnelerinin altında yatan gerçek mesajı göstermektedir: Bir data işletimcisi reklamının altında “itaat et” yazmaktadır. “Hayatınızın tatiline kavuşun” sloganı ile afişe edilmiş olan tatil reklamı, John gözlüğü taktığında beyaz bir fonda “evlen ve çoğal” yazısına dönüşür. Böylece her nesnenin ideolojik bir gerçeklik olduğu, altında başka bir hakikat yattığı anlaşılır. Filmin nihai çatışması ise John’un bazı insanların insan olmadıklarını görmesi ile başlar. Dünyayı uzaylılar ele geçirmişlerdir ve bizim gerçek sandığımız dünya aslında uzaylıların inşa ettiği ideolojik bir yanılsamadan ibarettir. Karagöz perdesinin de insanı eğiten tarafı budur. Suretin kendisinin gerçek olmadığını seyirciye hatırlatır. Taksim ve Enosis sloganları ideolojik bir yanılsama yaratırlar ve insanın gölgesi ile yüzleşmesini engellerler. Veli, ağabeyi Salih’e geçmişte attığı kazığı ve pişmanlığını dilendirdiğinde Ruhsar tüm bu hikâyeyi niçin anlattığını sorar. Veli: “Gölge büyüyen bir şeydir; büyümesin diye anlattım” der.

Filmin meczup karakteri Cevdet, çocukluğunda kahvede bir Karagöz gösterisi seyrettiğini ve perdenin arkasında kimin olduğunu merak ettiğini söyler. Cevdet perdenin arkasındakini görmek için çabalarken yanlışlıkla perde devrilir ve karagözcü açığa çıkar. Karagözcü, Cevdet’e; “aferin oğlum” der, “hiçbir zaman gölgeye kanmayacaksın, aklınla gerçeği arayacaksın.” Sonra Cevdet’e bir tokat aşkeder. Cevdet’in anlattığı bu hikâye bizi Platon’un mağara metaforuna götürür. Karagözcü ve kızının Rum polislerden kaçarken bir mağaraya saklanmaları ve yönetmenin kadrajına karakterlerin kendilerinden önce gölgelerinin girmesi -bu duruma filmin başka sahnelerinde de şahit oluruz- Platon’un mağara alegorisine açıkça bir göndermedir. Devlet’in yedinci kitabında Platon, yeraltında mağaramsı bir yer tasvir eder. Mağaranın içindeki insanlar çocukluklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar. Mağara önde boydan boya ışığa açılan bir girişe sahip. İnsanlar öyle sıkı bağlanmışlar ki kafalarını bile oynatamıyorlar ve arkalarında yüksek bir yerde yakılmış bir ateş parıldıyor. Mahpus insanlarla ateş arasında dimdik bir yol var. Bu yol boyunca alçak bir duvar, kukla oynatıcılarının perde işlevini gören bir duvar var. Bu alçak duvar arkasında insanlar, ellerinde taştan tahtadan çeşitli araçlarla geçiyorlar. İşte mahpusların bu mağarada gördükleri tek şey ateşin aydınlığıyla oluşan gölgeler olacaktır.  Şimdi bu insanların mağaradan bir şekilde kurtulmaları perdenin yıkılması ile aynı sembolleştirmeyi taşır ve arkasındaki Karagözcü açığa çıkar. İşte hakikati görmek bu noktada mümkün olacaktır.

Platon şöyle der:

Bu adamların zincirlerini çözer bilgisizliklerine son verirsen, her şeyi olduğu gibi görürlerse ne yaparlar? Mahpuslardan birini kurtaralım; zorla ayağa kaldıralım; başını çevirelim; yürütelim onu; gözlerini ışığa kaldırsın. Bütün bu hareketler ona acı verecek. Gölgelerini gördüğü nesnelere gözü kamaşarak bakacak. Ona demin gördüğün şeyler sadece boş gölgelerdi, şimdiyse gerçeğe daha yakınsın, gerçek nesnelere daha çevriksin, daha doğru görüyorsun, dersek; önünden geçen her şeyi birer birer ona gösterir, bunların ne olduğunu sorarsak ne der? Şaşakalmaz mı?”[19]

Platon’a göre mahpuslar dışarı çıktıkları zaman hakikatin kendisine direnecekler ve inanmak istemeyeceklerdir. Platon mağara metaforu ile ne anlatmak istediğini şöyle izah eder:

Görünen dünya mağara zindanı olsun. Mağarayı aydınlatan ateş de güneşin yeryüzüne vuran ışığı. Üst dünyaya çıkan yokuş ve yukarıda seyredilen güzellikler de ruhun düşünceler dünyasına yükselişi olsun. […] Herhalde benim düşünceme göre kavranan dünyanın sınırlarında “iyi” ideası vardır. İnsan onu kolay kolay göremez. Görebilmek için de, dünyada iyi ve güzel ne varsa hepsinin ondan geldiğini anlamış olması gerekir. Görülen dünyada ışığı yaratan ve dağıtan odur. Kavranan dünyada da doğruluk ve kavrayış ondan gelir. İnsan ancak onu gördükten sonra iç ve dış hayatında bilgece davranabilir.”[20]

İyi ideasını bir kez görmüş insan için ise geriye dönüş çok zordur. Platon şöyle der:

Tanrısal dünyaları seyretmiş bir kimse, insan hayatının düşkün gerçeklerine inince, şaşkın ve gülünç bir hale düşer. Karanlıklara alışmadığı, ilkin her şeyi bulanık gördüğü için, mahkemelerde, şurada burada doğrunun gölgeleri ya da bu gölgelerin yansıları üzerine tartışmalara girip de doğruluğun kendisini hiçbir zaman görmemiş olanların yorumlarını çürütmek zorunda kalırsa, herkes yadırgar onu.”[21]

Platon’a göre felsefenin temel işlevi de burada devreye girer; çünkü Platon’un felsefesi ahlaki bir zeminde şekillenir: “Ruhu karanlıktan aydınlığa çevirme, yani gerçek varlığa yükseltme işi bu. Bizim gerçek felsefe dediğimiz de budur işte.”[22]

Perdenin yıkılması ve “iyi” ideasının kavranması meselesi gölge oyununun felsefesini doğrudan filme taşır. Cevdet’in perdenin arkasındakini merak etmesi filmde Ruhsar’ın rüya sahnesi ile pekiştirilir. Ruhsar rüyasında Karagöz’ün perdedeki konuşmalarını duyar. Bu gerçekleşen diyaloglar filmin başında babasının gerçekleştirdiği diyaloglardır. Karagöz: “Gölgene dikkat edeceksin müdür, karanlık tarafına hükmedeceksin” der. Ruhsar rüyasında uyanır ve perdeye doğru yürür; perdenin arkasına geçtiğinde ise birden irkilir ve çığlık atar: Perdenin ardında Karagöz ve Hacivat tasvirleri vardır ve tasvirleri oynatan bir insan değil bir gölgedir. Film burada Platon’dan farklı olarak perdenin arkasındaki “iyi” ideasını bir tarafa bırakarak insanın perdenin arkasındaki kendi karanlık tarafı ile yüzleşmesini salık verir. Yönetmen bu durumu şöyle açıklar:

Eflatun’un felsefi argümanlarından biraz farklı olarak insanın kalbiyle aklı arasında uyum olmasını yerleştirdik filme. İnsan karanlık tarafıyla hasbıhal etmeli. Çünkü insanın karanlık tarafı sürekli bir yerde duracak; dolayısıyla rasyonel tarafımızın onunla hasbıhal etmesi gerekir. Karanlık tarafın bu şekilde dizginlenmesinin daha mümkün olacağını söyleyebilirim.”[23]

Filmde “gölge” hem böylece hakikatin bir yanılsamasını imlerken hem de insanın karanlık tarafını sembolize eder. İnsan görünene aldanmamalı, görünenin arkasındaki gerçekliği aramalıdır (Rumlar benim gerçekten düşmanım mı?) ve aynı zamanda insan eylemlerinin nedenselliğini de bu gölge gerçekliğin payında aramalıdır (Ben neden Rumlarla savaşıyorum?). Perde ise filmde hakikati örten bir nesne-araç olarak kullanıldığı gibi kötülüğün üzerini örten bir nesne-araç olarak da kullanılır. Veli; çatışmalar başladığı zaman evin bahçesine gömdüğü silahları çıkarttığı sahnede Rum komşusu Anna ve oğlu Hristo silahları görmesin diye çamaşır ipine beyaz bir çarşaf gerer. Hristo, Veli’nin toprağı eştiğini ve silahları çıkarttığını çarşafa yansıyan gölgeden görür. “Gölge gerçeğin payı” film boyunca seyirciye bu şekilde hatırlatılır.

Filmin aydınlatılmasında da gölge önemli bir yer tutar. Gölgelerin bazen karakterlerden önce kadraja girmesi, mekân aydınlatmalarının gölgeye yer açacak şekilde dizayn edilmeleri filmin anlatım dilinde aydınlatmanın ve gölgenin önemli bir yer tuttuğunu gösterir. İç mekânlarda mum ışığı ya da gaz lambasından süzen ışık, karakterlerin gölgeleri ile birlikte kadraja girmesine olanak sağlar. Loş ışık böylece sıradan bir görsel tarz olmaktan ziyade anlatımın bir aracı haline dönüşür. Filmin iyilik-kötülük üzerine kurduğu antagonizma hatırlanacak olursa bu tutum daha anlaşılır olacaktır. Blain Brown, ışığın ve gölgenin bir anlatım aracı olarak kullanımında Kara Film’in etkili olduğunu söyler. Gölgeler ve Suretler’in iyi-kötü çatışması Kara Film’in bu anlatım aracına benzer. Kara Film’in karanlıkla ışık, kötü ile iyi, cehaletle bilgi arasında tuzağa düşmüş karakterleri[24] kendine bu filmde de yer bulur. Veli, Hristo, Ahmet, Ruhsar iyi ile kötü arasında kalmış, kötüyü eylediklerinde pişman olan ama iyi de olamayan ve bunun vicdan azabını yaşayan arada kalmış karakterlerdir. Işık ve gölge aynı zamanda iyi ve kötüyü temsil etmektedir ve filmin koyu tonu karakterlerin iki tercih arasında gidip gelmesini sembolize eder. Brown’a göre bu durum anlatının ötesinde karakterin de bir parçası haline gelir. Karakterler böylece çelişki ve yabancılaşma dolu karakterler olup çıkarlar. Karakterler,  iyi ile kötü, aydınlıkla karanlık, ışıkla gölge arasında gidip gelirler.[25]

Hakikat ve Temsil Meselesinin Sorunsallaştırılması

Platon’un mağara metaforu sanatsal formları tanımlamak için de bir çıkış noktası işlevi görür. Zaim, diğer filmlerinde olduğu gibi Gölgeler ve Suretler’de de hakikat ve temsil meselesini sorunsallaştırır. Zaim röportajında Karagöz perdesinin bir sonsuzluk perdesi olduğunu söyler:

Filmin geçiş sekansları bu düşüncenin üzerine oturtulabilir. Karagöz perdesi bir sonsuzluk perdesidir. O sonsuzluk perdesinin içerisinde Karagöz metninin geçmişi, geleceği aynı anda bulunabilir. […] Gölgeler ve Suretler’de de “Hayal Perdesi” geçmiş ve gelecek bağlamında bir sonsuzluk ihtiva ediyor. İşte filmin dört ya da beş yerinde gördüğümüz o fotoğraflar ve geçiş sahneleri bu söylediklerimin ışığı altında değerlendirilebilir. Filmin içerisindeki karelerden bir kısmı, bu geçiş efektleri başladığında bir sonraki planın içinde bulunan bir fotoğraf karesine organik biçimde dönüşebiliyor. Bu fotoğraf kareleri, itiraf sahnesinde gözleneceği gibi Veli’nin evindeki masanın üzerinde, fotoğrafların bulunduğu bir kutunun içerisinde yer alıyor. Bu aslında filmin geçmiş ve geleceğinin, oradaki bütün fotoğrafların bulunduğu bir kutu olarak addedilebilir. Çünkü adam geçmişi ile ilgili bir şeyden bahsederken filmin içerisinde daha önce gördüğümüz bir fotoğrafı o kutudan alıyor, kızın önüne koyuyor, sonra kendi cebinden o fotoğrafın eksik kalan bir parçasını çıkarıyor, birleştiriyor ve geçmişteki aşkına dair bir görüntü oluşturuyor. Geçmişteki sevgilisinin fotoğrafını görmemizi sağlayarak onu mekanın içerisinde birden bire var ediyor.”[26]

Dikkat edilirse bu estetik algılama Nokta ve Cenneti Beklerken’de karşılaştığımız mekânın ve zamanın lineer kurgulanışını yapısöküme uğratan bir formdur. Yine Bergson’un durée anlayışına uygun bir zaman anlayışı vardır. Kıbrıs’ın 60’lı yıllarında egemen güçler tarafından oluşturulan istisna hali -savaş durumu- Kıbrıs’ın tarihindeki bir kesit gibi sunulmaz; film 60’lı yılların istisna halini geçmiş ve gelecekle bütüncül bir yapı içerisine yerleştirir. Böylece yönetmen iki olumlu sonuç elde eder. (1) Yapıyı bu şekilde bozarak hem insanların gölgeleri -geçmişleri- ile yüzleşmelerini sağlar (2) hem de seyirciye sunulan temsil mekanizmasının yapaylığı vurgulanmış olur.

Yeniden Platon’un idealar dünyasına dönecek olursak; Çamur filminin sürrealist yapısını anlatırken ve Çamur’un realist olmadığına dönük eleştirilerin eksikliğini vurgularken değindiğimiz gibi Zaim’in Aristocu mimesis mantığı ile Kıbrıs’ın 60’lı yıllarına ışık tutması mümkündü; fakat bu hiç şüphesiz görünenin –ideolojik gerçekliğin- bir temsilinden ibaret olacaktı. Yani bir mistifikasyon yaratacaktı. Bu da toplumsal gerçekliğin açıkça saptırılması anlamına geliyor.

Platon neden yansıtmacı sanat anlayışını eleştirmişti? Hatırlayacak olursak Platon’a göre –örneğin bir sedir ya da masanın- üç hali bulunur: İdesi, kendisi, temsili. Mesela bir sedir ustası bir sedir yaptığı zaman o sedirin bir idesini yapmış olur. Sediri yapan kişi o sedirin ustası olarak adlandırılabilir. Usta “sedirin aslını yapmadığına göre, gerçeğini değil, gerçeğine benzeyen bir örneğini yapmış olur. Dülgerin, yahut başka bir ustanın yaptığı şey tam anlamıyla gerçektir diyen de aldanır bir bakıma.”[27]  Çünkü dülger Tanrı’nın esas formunu yarattığı sedir idesinin bir benzerini yapabilir sadece. Peki, sedir ustası bir idenin benzerini yapıyorsa sanatçı ne yapıyordur? Sözgelimi bir ressam Platon’a göre bir şeyin kopyasının kopyasını yapabilir. Bu yüzden hem ressam hem de şair muteber insanlar arasında zikredilmemelidir. Çünkü bu sanatkârlar bir şeyin temsilini üretirken onun aslını bilmezler olsa olsa onun gölgesini üretebilirler.[28] “Bir nesne uzaktan ve yakından hep bir büyüklükte gözükmez, değil mi?” diye sorar Platon ve ardından şöyle der:

Aynı nesneler suya koydunuz mu kırık, çıkardınız mı düz gözükür. Renklerin aldanmasıyla bir şeyi içerlek veya dışarlak da görür insan. Bütün bunlar elbette bir karışıklık yapar içimizde. İşte, gölgeli resimler, hokkabazlıklar, göz boyamalar, daha nice nice oyunlar yaradılışımızdaki bu aksaklıktan faydalanır.”[29]

Yani görünen dünyanın temsilini olduğu gibi yansıtmak elindedir sanatçının; ama ortaya çıkan şey ne olacaktır?** Derviş Zaim’in sorunsallaştırdığı estetik alımlamanın temel problematiki de buradadır. Film Stendhal’ın roman tanımı gibi olabilirdi: “Bir roman, bir yol boyunca gezdirilen bir aynadır.”[30] Fakat Platon’a göre bu yansıtmacı kuram bize hakikati göstermeyecekti: “İstersen bir ayna al eline, dört bir yana tut. Bir anda yaptın gitti güneşi, yıldızları, dünyayı, kendini, evin bütün eşyasını.”[31]

Gerçekliğin temsilinin sahteliği yönetmenin filmografisinde sorunsallaştırdığı önemli noktalardan biridir. Gölgeler ve Suretler’de de yönetmen bize Kıbrıs’ın 60’lı yıllarını; politik kavgalar, siyasi figürler ve daha birçok şey üzerinden “istisna hali”ndeki insanların çıplak hayatlarının biyopolitikanın birer nesnesine dönüştüğünü anlatmak yerine Cevdet’in anlattığı çocukluk anısında olduğu gibi perdeyi devirerek bize kendi gölgemizle yüzleşme imkânı sunar. Böylece aslında ideolojik gerçekliğin perdesi yıkılır ve Kıbrıs savaşı bir etnik kimlik savaşı olmaktan çıkartılarak insanın karanlık tarafına odaklanan bir hikâyeye dönüşür ve kötülük meselesi sorunsallaştırılır. Böylece yönetmen bu filmle estetik ile ahlakı bir kez daha buluşturur. Filmin açılış sekansında Karagöz ile Hacivat arasında geçen şu diyaloglar bu ahlak tartışmasının perdesini açar ve film boyunca bizi kötülük meselesi üzerine düşündürür:

Karagöz: Hacivatım, insanlar görünmez olsalardı ne yaparlardı?
Hacivat: Çalar çırpar ham yaparlardı. İsterlerse katliam yaparlardı.
Karagöz: hacivatım, insanlar bu rezillikleri neden yaparlardı?
Hacivat: Yakalanmaktan korkmayacakları için yaparlardı.
Karagöz: Peki Hacivatım, hem görünmez olmak hem de iyi bir insan olmak mümkün müdür?
Hacivat: Gölgene dikkat edeceksin müdür. Karanlık tarafına hükmedeceksin. Gel de şu mağaraya gölgene bak şimdi.

#cineritüeltop150

Gölgeler ve Suretler (2010): Postmodern Karagöz (2. Bölüm)

Kaynakça:

[1] Adil, Fikret (2015). Asmalımescit 74. İstanbul: Sel Yayınları. s. 79
[2] Eyüboğlu, Bedri Rahmi (2008). Sabır ile Koruk Toplu Eserleri-Yazılar 1952-1953. İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. s. 137-138
[3] Zaim, Derviş (2011). “Derviş Zaim: Karagöz Perdesi Bir Sonsuzluk Perdesidir”. Söyleşi: Barış Saydam, Celil Civan. Yönetmen Sineması Derviş Zaim kitabının içinde, Ayşe Pay (hazırlayan). İstanbul: Küre Yayınları. s. 110
[4] Zaim, Derviş (2011). “Derviş Zaim: Karagöz Perdesi Bir Sonsuzluk Perdesidir”. s. 110
[5] Kudret, Cevdet (1992). Karagöz Cilt 1. Ankara: Bilgi Yayınevi. s. 46
[6] And, Metin (1985). Geleneksel Türk Tiyatrosu Köylü ve Halk Tiyatrosu Gelenekleri. İstanbul: İnkılap Kitapevi. s. 289-292
[7] And, Metin (1985). s. 293
[8] And, Metin (1985). s. 300
[9] And, Metin (1985). s. 303
[10] Ayvazoğlu, Beşir (1997). Geleneğin Direnişi. s. 79
[11] Ayvazoğlu, Beşir (1997). Geleneğin Direnişi. s. 81
* Daha önce Türk sinemasında Kıbrıs’ı konu edinen Sezercik Küçük Mücahit (1974) gibi Rumları kötüleyip Türkleri kahramanlaştıran bir anlatının aksine Çamur, Kıbrıs sorunu ile gerçek manada yüzleşen (!) ilk Türk filmi olma özelliğini taşıyor. Kıbrıs’ın daha önce Türkiye Sineması’ndaki temsilleriyle ilgili ayrıntılı bilgi için bakınız: Arınç, Cihat (2011). Derviş Zaim’in Film Coğrafyası: Gölgeler ve Suretler’de Kıbrıs Haritası. Yönetmen Sineması Derviş Zaim kitabının içinde. Ayşe Pay (hazırlayan). İstanbul: Küre Yayınları. s. 75
[12] Akt. Kırel, Serpil-Duyal, Aylin Ç. (2011). Derviş Zaim. s. 93
[13] Kırel, Serpil-Duyal, Aylin Ç. (2011). Derviş Zaim. s. 92
[14] And, Metin (1985). s. 301
[15]Akt.  Kudret, Cevdet (1992). Karagöz Cilt 1. s. 36
[16] Kudret, Cevdet (1992). s. 48
[17] Mükerrem, Zaur (2012). s. 43
[18] Kırel, Serpil-Duyal, Aylin Ç. (2011). Derviş Zaim. s. 92
[19] Platon (2013). Devlet. (çev: Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali. Cimcoz). İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. s. 232
[20] Platon (2013). Devlet. s. 235
[21] Platon (2013). Devlet. s. 235
[22] Platon (2013). Devlet. s. 239
[23] Akt. Kırel, Serpil-Duyal, Aylin Ç. (2011). Derviş Zaim. s. 92
[24] Brown, Blain (2011). Sinematografi Kuram ve Uygulama. (çev: Selçuk Taylaner). İstanbul: Hil Yayın. s. 192
[25] Brown, Blain (2011). s. 193
[26] Zaim, Derviş (2011). “Derviş Zaim: Karagöz Perdesi Bir Sonsuzluk Perdesidir”. s. 111
[27] Platon (2013). Devlet. s. 337
[28] Platon (2013). Devlet. s. 337
[29] Platon (2013). Devlet. s. 345
** Burada konuyla doğrudan ilgili olmasa da Zizek’in günümüz ideolojisini eleştirirken cinsel alan üzerinden verdiği bir örnek Platon’un gerçeklik sanılanın kendisinin de aslında bir kopya olduğuna ilişkin örneği ile benzeşir. Zizek ve Lacan, Platoncu anlamıyla yukarıda anlatılan Platon’un üç aşamalı dünya görüşünü –ideler, kendi-şeyler, kopya-şeyler- benimsiyorlar mı bilmem ama bu örnek konuyu biraz daha aydınlatacak gibi görünüyor, en azından ideolojik olanın altında yatan gerçekliğin de bir parça sahtelik taşıdığını anlamamız açısından. Zizek cinsel alan üzerinden gerçeklik ve kurmacanın neliğini şöyle tartışır: “Sanal veya siber seks denilen şeyin gerçekten radikal bir kopuş sunduğu, çünkü geçmişteki ‘gerçek’ bir başkası’yla gerçek bir cinsel temasın, tek desteği sanal bir başkası olan telefonda seksten pornoya ve bilgisayarda sekse kadar mastürbasyonvari bir zevk karşısında gerilere düştüğü yolundaki görüş bugünün basmakalıp sözlerinden birisidir. Buna verilen Lacancı yanıt, sanal seksin gündeme gelmesinden önceki ‘gerçek seks’ mitinin olanaklılığının sözde olduğunu ifşa etmemiz gerektiğidir: Lacan’ın ‘cinsel ilişki yoktur’ tezi, ‘gerçek’ cinsel eylemin yapısının zaten özünde fantazmik olduğu anlamına gelmektedir – başkasının ‘gerçek’ bedeni, yalnızca, fantazmik projeksiyonlarımızı desteklemeye hizmet eder. Diğer bir ifadeyle, ekranda gördüğümüz uyarıcının benzerini yapan eldiven gibi ‘sanal seks’ de gerçek seksin korkunç bir şekilde tahrif edilmesi değildir, sadece onun altında yatan fantazmik yapıyı görünür kılmaktadır.” (bkz. Zizek, Slavoj (2013). İdeolojiyi Haritalamakİdeolojiyi Haritalamak kitabının içinde. Der: Slavoj Zizek. (çev: Sibel Kibar). Ankara: Dipnot Yayınları. s. 8)
[30] Stendhal (2011). Kızıl ile Kara. (çev: Nurullah Ataç). İstanbul: Can Sanat Yayınları. s. 111
[31] Platon (2013). Devlet. s. 337

Cihat Arınç, Derviş Zaim’in Film Coğrafyası: Gölgeler ve Suretler’de Kıbrıs Haritası, Hayal Perdesi, 16.03.2011

Filmdeki, Karagözcü Salih karakteriyle dikkatimize sunulan gölge oyunu, film boyunca anlatıya eşlik eden salt biçimsel ve stilistik bir unsur olmaktan ziyade ‘felsefi bir diyagram’ işlevi görür…Gaz lambasından yayılan loş ışığın mekanlar arasında dolaştığı gece sahnelerinde beliren gölgeler, yerini adım adım bahçeye gömülü tüfekleri çıkartmak için toprağı kazan Veli’nin (Osman Alkaş) perdeye yansıtan gölgesine ve Ruhsar’ın (Hazar Ergüçlü) yaklaşan tehlikeyi haber veren kabusları gördüğü esnada odasının duvarlarında gezinen tekinsiz gölgelere bırakır. Mise en scene’de öne çıkan Ekspresyonist film estetiğinin izleri, Zaim’in filminde ne anlatıdan tümüyle kopuk bir estetik unsurdur ne de sırf anlatıya bağımlı kalır; fakat bir ‘hadise’ olarak filmi anlatısallığın ötesine taşır, bir duyusal tecrübeye ve afekt’e dönüştürür.

Filmdeki gölgeler, karakterlerin yüzleşmeye korktukları karanlık eğilimleri olduğu kadar, aynı zamanda geçmişin hayaletlerinin şimdinin üzerine düşen gölgeleridir. Bunların da ötesinde gölgeler, yaklaşan bir travmayı, yıkıcı bir geleceği çağrıştıran apokaliptik birer jesttir. Hacivat’ın bedensizleştirilmiş sesi Karagöz’e sorar: ‘İnsanlar görünme olsalardı neler yaparlardı?’ Karagöz şöyle der: Çalar çırpar, ham yaparlardı, isterlerde katliam bile yaparlardı.’ Hacivat’ın bu sorusu ve Karagöz’ün ona verdiği cevap, gözle görülen yıkıcı sonuçların, sadece olayın görünen failleri tarafından değil, aynı zamanda gözlerden ırak faillerin söylemsel müdahaleleriyle üretildiğini ima eder. Çağdaş bir gölge oyunu olarak film pratiği, öğrenilmiş ırkçılıklar eşliğinde resmi diskurlarla inşa edilmiş toplumsal hafızanın mevcut yapılarının dağıtılması ve yeniden yapılandırılması için sadece bir düşünme ortamı değildir, aynı zamanda seyirciyi geri-öğrenme edimine hazırlayan bir duyumsama eşiğidir. Filmin siyasi estetiğinin gücü, metinsellikten ziyade hafıza ile duyumsama arasında kurduğu bu ilişki üzerinde yükselir.

Önceki Film

Sonraki Film