INTERVIEW WITH TURGUT YASALAR – DERVİŞ ZAİM SOMERSAULT IN A COFFIN FILM

TABUTTA RÖVAŞATA İLE İLGİLİ DERVİŞ ZAİM VE TURGUT YASALAR SÖYLEŞİSİ

Tabutta Rövaşata

Hep çok okuyan bir çocuk olmuş Derviş Zaim. Kıbrıs’taki Namık Kemal Lisesi müdürü Erol Erozan ve yardımcısı Oğuz Yorgancıoğlu okul kapanır tatil başlarken okulun kütüphanesinin anahtarını Derviş’e verirmiş. İstediği zaman kütüphaneye girer, dilediği kitabı alır okurmuş. Yerli yabancı bütün klasikleri devirmiş o yıllarda. Ve öyküler, denemeler yazmaya başlamış.

İlk roman ve ödül

Sinemayla aktif olarak ilgilenmeye başlamadan önce öykü denemeleri yazar Derviş; ama daha çok kendini geliştirme amacına dönük çalışmalardır bunlar. Boğaziçi Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’nde öğrenciyken kampüste “Ares Harikalar Diyarında” adlı bir roman yazar, kendi deyimiyle “bir mucize olur” ve 1992’de Yunus Nadi ödülünü alır. Fakat romanın kitap olarak yayınlanması 1995’de gerçekleşir.

Boğaziçi Sinema Kulübü

Fakat edebiyat çalışmalarına paralel olarak senaryolar da kaleme alır.

Boğaziçi Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’nde öğrenciyken Sinema Kulübüne gidip gelmeye başlar. Sinemaya olan ilgisi artar. Üstün Barışta’dan sinema tarihi ve estetiği, Hilmi Yavuz’dan felsefe derslerini seçmeli olarak alır. Edebiyat bölümü hocalarıyla, özellikle Prof Cem Taylan ile dostluklar kurar. Fakat sinema virüsünü bulaştıran Üstün Barışta’dır; Derviş’i reklam filmi setlerine davet eder, stüdyosu okulun çok yakınındadır; orada set ortamını görür, kamerayla, ışıkla tanışır. Nuri Bilge Ceylan’la da okulda ortak arkadaşlar sayesinde tanışır, gerçi Ceylan o yıllarda daha çok fotoğrafçılıkla ilgilenmektedir. Sinema kulübü değil, fotoğraf kulübü üyesidir.

Bir kısa film macerası

Öncelikli amacı iyi bir sinema izleyicisi olmaktır; arkadaşlarıyla sinema üzerine tartışmalar, “bir film çekelim”e kadar gider. Kafkanın yapıtlarının esinlendirdiklerinden hareket ederek serbest çağrışımlı bir metin kaleme alır. Fakat metin kendi deyimiyle “anti klasik” bir metindir. Bu metinle, üstelik deneyimsiz bir ekiple finans aramaya başlar. Okulda para yoktur.  Dışarıdan finans bulmaları gerekmektedir.  İşe koyulurlar. Geri dönüş olmaz.  Durum umut kırıcıdır.  Ortalık Yeşilçam için bile bir çöl gibi iken onların böyle bir alışılmadık film için finans bulmaları zordur. Amatör olmaları nedeniyle herhangi bir destekçi bulmadıklarına yorarlar. O esnada Ilford’a bir dosya ile başvururlar. Hiç beklemedikleri bir şey olur, Ilford yirmibir yaşlarındaki tıfıl Boğaziçili gence on bin metre uzunluğunda siyah beyaz negatif filmi bağış olarak verir. O yıllarda Yeşilçam’da bir filmin çekimi için on bin metre negatif harcanması enderdir. Bağışın büyüklüğü düşünülürse Ilford’un verdiği destek inanılmazdır.

Bu sıralarda Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Televizyon Enstitüsü ile ilişki kurmuş, Enstitü’nün yöneticisi Sami Şekeroğlu tanışmışlardır. İllford’dan gelen filmleri bir kaç gün yurt odalarında sakladıktan sonra korunması amacıyla Enstitü’ye teslim ederler.  Filmin önemli bir kalemine sponsor bulunmuştur. Ayni yardım da vardır. Az bir miktar bulunursa proje gerçekleştirilir umudundadırlar.

 

Film olmadı fotoroman verelim

Fakat finans bulunamaz. Artık filmin çekilme ihtimali giderek azalmaktadır.  Bunun üzerine Derviş bu on bin metrelik negatif filmin bir kısmını keser, fotoğraf makinesine takar, İşletme’den fotoğrafçı arkadaşı Yavuz Draman’a “gel şu senaryoyu fotoroman gibi çekelim,” der ve çekerler. Amacı fotoromanı muhtemek destekçilere referans gösterip eksik finansı bulmaya çalışmaktır.  Fakat bu çalışma bile filmi çekmek için destek bulmalarına yeterli olmaz. Bunun üzerine Derviş, senaryoyu değiştirerek videoya çeker. 40-50 dakikalık bir film çıkar ortaya. Kurgusunu Marmara Üniversitesi Sinema Televizyon Enstitüsü’nde o dönem yaparlar. Fakat Derviş, hala bu filmi bir tür eskiz olarak görmektedir. Yıl 1987’dir. Fotoroman için çekilen fotoğraflar Derviş’in arşivinde, ancak videoyu bir arkadaşı yurt odasından “kamulaştırmış”, gerçi Derviş kimde olduğunu biliyor!

Ardından “Kamerayı As” adında deneysel bir film çeker ancak herhangi bir yerde gösterilmez.

Derviş, Enstitü’de İlhan Arakon’la tanışır; bu tanışma Derviş’in hayatında önemli bir rol oynar. Arakon’a çat kapı sık sık gider, sohbet eder, yazdığı her şeyi okutur, tavsiyelerini alır.

 

Televizyon günleri

Bu arada işletme okumaktadır ama edebiyat, sinema derken okuduğu branşta bir gelecek kurmayacağını daha o yıllarda görmüştür ve gidip bir yerlerde asistanlık yaparak sektöre girmeyi hayal eder ama beceremez. Kıbrıs Devlet Televizyonuna stajyer olarak girer, on beşinci gün Namık Kemal’in Kıbrıs günleriyle ilgili belgesel projesi verir, kabul ederler; bir kameraman ve bir şoförle bir haftada belgeselin çekimlerini tamamlar.

 

1992’de Yunus Nadi Roman Ödülünü kartvizit olarak kullanır, İstanbul Büyükşehir Belediye Televizyonu BRT’ye metin yazarı olarak girer. BRT yeni kurulmuştur, her yeni oluşumun sancılarını çekmektedir; Derviş bu sancılı ortamı bir fırsata çevirir ve üçüncü haftada bir gençlik ve kültür programı yapmayı önerir. Yine bir kamera ve kameramanı vardır. İlk haftalar yirmi dört saat çalışır, daha sonra bir asistanı olur ve bu böyle altı ay devam eder. Ardından üniversiteleri tanıtan bir başka iş çekmeye başlar. Artık yapımcı-yönetmendir. Ve çektiği programların izin verdiği çerçevede yapı üzerinde küçük denemeler yapmaktadır.

 

İngiltere’de yüksek lisans

Bu küçük biriktirmelerin beraberinde sinema sanatına, teorisine, estetiğine kafa yorar. Tam bu noktada İngiltere’deki Warwick Üniversitesi Kültürel Çalışmalar Bölümü’nden bir yıllık bir yüksek lisans bursu kazanır. Warwick Üniversitesi sinema ve sosyal bilimler alanında İngiltere’nin en muteber üniversitelerinden biridir. Film Studies Bölümü teorik ağırlıklı bir bölümdür, pek az pratik yapılmaktadır. Derviş o esnada sinema alanında beş altı yıldır pratik bir deneyim yaşamıştır ama İngiltere’de kendi deyişiyle “teorinin kara ormanına” girer. Gece gündüz film izler, okur. Tartışır. Sadece film teorisi değil; kültürel çalışmaların kendisinde de derinleşmek imkanı bulur. Zaten kültür alanı üzerinde ta eskiden beri kafa yormaktadır.  Kültürel Çalışmalar ve Sinema Bölümleri onun için imkan olur.

 

Ölmüş eşek fiyatına film yapma dersi

O sırada The Guardian’da bir habere raslar, Dove S. Siemens adlı bir yapımcı Londra’ya üç gün süreyle bir seminer vermekte ve “ölmüş eşek fiyatına nasıl film yapılır, nasıl pazarlanır” konularını anlatacaktır.  Kitabın başında hikayesini anlattığımız Robert Rodrigez, Spike Lee, Tarantino bu adamın kursuna gitmişler,  gazetede ilana inanılacak olursa hepsi de bu seminere gitmeyi önermektedirler… Telefon eder ve fiyat sorar; ödeyebileceği bir rakam değildir, ama yine de gitmeye karar verir ve bütün burs parasını yatırır. Üç gün boyunca Londra’da kalıp adamı izler.  Estetiğe dair yeni birşey öğrenmez. Ama özellikle yapıma ilişkin pek birkaç şey öğrenir.  Dov Siemens’in kursta anlattıkları ona başka bir anlamda yardımcı olur: ‘Yapın çocuklar, şimdi yapmazsanız ne zaman yapacaksınız? Korkmayın yapın, para yok pul yok, bunlar hikaye, bahane’.  Siemens kursuna katılanların nasıl başardıklarını anlatır.

 

Seminerden çıkar. Londra soğuktur ve yağmur yağmaktadır… Uzun uzun yürür. “Acımasız kapitalizmin gemi azıya aldığı bu yerde, bu işi parasız pulsuz ya da iki kuruş para ile becermişlerse, ben bunu İstanbul’da bir ihtimal yaparım,” diye düşünür.

 

Midnight Epress üzerine tez

Warwick’deki master tezi Midnight Express üzerinedir; Derviş bu konuda hiç mütevazı değil, tezinin Midnight Express üzerine yazılmış tek ciddi çalışma olduğunu söyler; tez filmde Türklerin temsil edilme biçimleri üzerinedir. Warwick üniversitesinin hem Kültürel Çalışmalar, hem de Sinema bölümlerinde birlikte çalıştığı hocalardan sonuna kadar yararlanır. Warwick,  Coventry şehrinin dışında bir üniversitedir ve Derviş derslerine ve tezine yoğunlaşabilir; çünkü hem yapacak başkaca bir şey yoktur hem de en önemlisi yaptığı işi sever.

 

Muz Eğrisi

Bu arada İngiltere’deyken “Muz Eğrisi” adında bir senaryo yazar. İstanbula dönünce bu senaryo ile o zamanın muteber kimi yapımcılarının kapısını çalar, ancak sonuç alamaz. İş bulmak umuduyla Yeşilçam’ın kimi yapımcılarına ulaşmaya çalışır, randevu alsa bile atlatılır; umudunu yitirir. O sırada TRT kültür sanat ve ören yerlerinin tanıtımında çalışacak bir yazar aramaktadır. 1995 yaz aylarında Marmara, Ege, Akdeniz bölgelerini dolaşarak metinler yazar. Tarihe meraklıdır, hatta tarih mastırı yapar, “iki dünya savaşı arasında Kıbrıs’ta Türk milliyetçiliğinin sömürge yönetimine karşı evrimi” üzerine bir tez bile yazar; gerçekte bitmiş olmasına rağmen veremez.

 

Masa ve bilgisayar

Muz Eğrisi ile yol alamayacağını görünce Dove Siemens’in tavsiyelerine açıp bakmaya karar verir. Bir mahallede geçen, yakın çevresini kullanabileceği, amatör ve profesyonellerin bir arada olabileceği, lojistiğin sorun yaratmayacağı, iki, bilemedin üç haftada çekilebilecek bir senaryo yazmaya karar verir ve “çekeyim, bir kenara koyayım, sonrası Allah kerim,” der. Bilgisayarı olan bir arkadaşının evinde iki haftada yazar Tabutta Rövaşata’yı. Aslında önceden kafasında kuluçkaya yatırdığı için hikayede neyin, nasıl gelişeceğini hafiften bilmektedir.

“Bugün bana film çekmek için gelip fikir sorduklarında, ‘evinde masan ve bilgisayarın var mı?’ diye sorarım. Var, diye cevap verirler. Ben de o zaman yaparsın, derim. Benim o zaman bilgisayarım bile yoktu, ofisim, ofiste bir masam yoktu..”

Rumelihisarlı Dursun

Boğaziçi’nde okuduğu yıllarda Rumelihisarı’na iner hep, o sırada da Dursun’u tanır. Dursun sürekli araba çalan bir hırsızdır. Belediye otobüsü bile çaldığı olmuştur. Kimi zaman ortadan kaybolur, cezaevine düştüğü söylenir. “Muz Eğrisi” ile yapımcı bulamayan Derviş’in aklına Dursun’un hikayesi düşer. Hem ilginç bir hikayedir, hem de kendine verdiği siparişe uygun biçimde tüm projenin tek bir mekanda, Rumelihisarı’nda geçme şansı olabilecektir.  Bu da projeyi kendi imkanları ile yapmasının koşullarını hazırlayacaktır ona. Mesela lojistik destek  mahalleden sağlanabilir diye düşünür. Müdavimi olduğu, gidip geldiği kahvede çekim yapma şansı olacaktır. Arkadaşlarını da oynatabilecektir belki.  Bu arada Boğaziçi Üniversitesinin Rumelihisarının hemen üstünde yer almasının ona bir çeşit avantaj sağladığını söylemek gerekiyor. Boğaziçinde okuyan, yeni mezun, okula ve Hisar’a takılan arkadaşlarını yakınlığın getirdiği avantajı kullanarak projeye dahil eder.

 

Tuncel Kurtiz: Başrolü isterim

Senaryosunu Alper Oysal’ın Talimhane’deki evinde yazar ve bir çıkış alır. Aylardan Eylül’dür. Kurtiz Leman Kültür’de gösteri yapmaktadır. Leman Kültür’den Tuncel Kurtiz’in telefon numarasını ister. Arar, Kurtiz, “gel evlat,” der. Reis karakterini yazarken sadece Tuncel Kurtiz’i düşünmüştür, diğer oyunculardan hiç biri yoktur kafasında. Koltuğunun altında senaryosu gider. Tünel’de bir cafede buluşurlar, tanışıp konuşurlar, bir hafta sonrası için randevuleşirler. Tuncel Kurtiz senaryoyu çok beğenir, Mahsun karakteri için ‘Chaplinesque bir karakter bu. Çok iyi’ der, oynamayı kabul eder fakat bir şartı vardır, başrolü istemektedir. Uzun sohbetler, tartışmalar, sabah başlayıp akşam biten içkili toplantılar sonunda oynamaya zor ikna olur.  Bu süreç aylar alır. Kapıdan kovar. Derviş bacadan girer.  Ancak isteki olmasına rağmen bu kez vakti yoktur.  Mart ayında, o da birkaç hafta gelmeyi kabul eder;  sahneye koyduğu bir oyunu  olduğunu, provalar nedeni ile yoğun olduğunu ileri sürer. Derviş onu beklemeye karar verir. Ama bu risklidir. Çünkü havalar açarsa istediği kapalı atmosferi bulamayacaktır. Canı sıkılmasına rağmen Martta çekmeye karar verir. Şansına o yıl havalar hep kötü gider.  Derviş ona destek olan Tuncel Kurtiz’i ve bütün oyuncuları, ekibi, el atanları minnet ve teşekkürle anar.  Şartların ne denli kötü olduğunu onlara söylemiştir. Buna rağmen sete gelip ona destek olmuşlardır. Bu yücegönüllülük yüzünden onlara ve küçük ekibine hep saygı ve sevgi duyguları besler.

 

Ahmet Uğurlu

Ahmet Uğurlu’ya gelince. Derviş başrol oyuncusu için arayış içindedir. Sonunda bir Tiyatro Dergisi’nde bir oyundan oynarken çekilmiş bir fotoğrafını görür. Uğurlu bu sırada TV’de bir komedi dizisinde, aynı anda da Çöplük adlı bir tiyatro oyununda oynamaktadır. Dizide onu izlemiştir,  başrol için aklı yatmamıştır. Buna rağmen kimseyi bulamıyınca denize düşen yılana asarılır diyerek Kdıköye gider izler oyunu ve “Evet, budur…” der.  O deneyimden sonraki yıllarda, başka projeleri için oyuncu ararken oyunlara gidip beğendiği oyuncuları sahnede izlemenin çok yararlı olabileceğini öğrenir. Çöplük adlı oyuna giderken yanına senaryoyu da almıştır.  Soyunma odasının kapısında Ahmet Uğurlu’yu bekler. Getirdiği senaryoyu oyunun sonunda evine gitmek üzere salondan çıkan Ahmet Uğurlu’ya verir. Uğurlu senaryoyu beğenir ve rolü kabul eder; ancak onun da bir sıkıntısı vardır, çünkü dizi çekmektedir ve iş bütün zamanını almaktadır. Fakat bir mucize olur ve kanal diziyi yayından kaldırır.

 

Hepsi Hisar’ın müdavimi

Eroinman rolü için Ayşen Aydemir’le anlaşır. Ayşen Boğaziçinden tanıdığıdır. Los Angeles’ten birkaç yıl önce dönmüştür. Orada oyunculuk eğitimi görmüştür. Ferhan Şensoy’un bir oyununda rol almaktadır.  Ona teklif götürür, Ayşen düşünmeden ‘evet’ der. Ne yazık ki Ayşen Aydemir çekimlerden üç yıl geçmeden kansere yakalanıp vefat edecektir.  Ayşen filmdeki rolü için ona verilen Orhan Arıburnu ödülünü vefatından önce bilincinin kapandığı gün alacaktır.  Derviş balıkçı veya çeşitli küçük roller için Boğaziçi’nden tanıdığı Şerif Erol’la, Hisar müdavimi Fuat Onan’la, Boğaziçi üniversitesinden arkadaşları Hasan Uzma, Hakan Karadağlı, Raşit Çivi, Ahmet Çadırcı  ile anlaşır. Hepsi Hisar’ın müdavimlerindendir, diğer rol alanlar da etraftan tanıdıklardır.  Mesela Hisarın tepesinde mağarada, gecekonduda yaşayan Yüksel bu tiplerden sadece birisidir.  Normalde bir avukat olan ama sinemacı olmak için yanıp tutuşan Bülent Güneri setin yapım işlerini yürütür ve aynı zamanda filmde küçük bir rol alır.  Hisar müdavimi Osman Canik, yarı şaka “Yılmaz Güney’e oynamadım, sana evet dedim,” diyerek rolü kabul etmiştir. Mahmut Benek, Kemal Tetik, ve kahvenin garsonları da arkadaş hatırına oynamayı kabul ederler. Müdavim oyunculardan Nadi Güler’in bu filmle birlikte ayrı bir yeri olmuş hep Derviş için, Nadi Derviş’in ondan sonraki bütün filmlerinde eksiksiz rol almış.

 

Karşılıksız malzeme

Bu noktada biraz geriye dönelim ve Derviş’in Süha Arın’la tanışmasına gidelim. Boğaziçi Üniversitesi’ndeyken çektiği ve eskiz olarak nitelendirdiği video filmi İlhan Arakon’a göstermek ister. Arakon onun saygı duyduğu birisidir. Sinema Televizyon Enstitüsü’ne gider; öğrenir ki Arakon o sıralarda Süha Arın ile Tokat’ta Mimar Sinan belgeseli çekmektedir. Hemen şehirlerarası otobüse atlar, ver elini Tokat. Tam yirmi iki saat. Şehrin merkezindeki Sinan’ın eseri camiyi bulur ve bir bakar ki ekip orada. Herkes şaşırır. Gece Arakon ve Arın Derviş’in video filmini izlerler, eleştirilerini yaparlar. Süha Arın’la böylece tanışmış olur, ilişkileri hiç kopmaz, hatta yıllar sonra bir projesinin metinlerini yazan ekibe dahil olur Derviş. Bu ilişki Tabutta Rövaşata’nın Arri 2C kamera ve mütevazi ışık malzemesinin karşılıksız olarak ödünç verilmesine olanak verir. Süha Arına teşekkür borçludur.

Bu arada nasıl olsa, elde on bin metre (siyah beyaz da olsa) Ilford negatifi vardır. Sinefekt’e gider,  Yusuf Özbek aracı olur, Cihan bey ile tanıştırır. Sinefekte daha sonra ödenmek üzere gelecek negatifleri yıkamayı kabul ederler. Ancak yedi yıldır beklemekte olan negatiflerden test yapılınca çekimde kullanılamayacağı ortaya çıkar, çünkü Ilford sekiz yıl önce perforesi farklı film vermiştir, kullanmaya olanak yoktur. Yenisini isterler. Başarılı olamazlar.

 

“Anne ben film çekiyorum, para gönder”

Annesini arar ve film çekeceğini, ancak negatif alacak parası olmadığını söyler. Annesi Ruhsar Zaimağaoğlu’nun gönderdiği parayla Türkiye’deki son altmış kutu AGFA negatifi satın alır. AGFA o sıra dünyadaki üretimini durdurmuştur ve piyasadaki en ucuz filmdir.

Filmin görüntü yönetmenliğini yine arkadaşı Yavuz Draman’ın yapmasını istemektedir; ancak Draman bir iş teklifi almıştır.  Her yerde sayısız engeller çıkmaktadır. Ne yapacağım diye düşünürken Yavuz’un yerine Hisar’ın müdavimlerinden Mustafa Kuşçu görüntü yönetmeni olarak ekibe katılır. İyi ki de Kuşçu olmuştur, çünkü hem işe çok hakimdir, hem de semti en az Derviş kadar iyi bilmektedir. Kuşçu ekibini kurar ve ikibuçuk haftada işi bitirebileceklerini konuşurlar.

O esnada Boğaziçi’nin okul yemeğini Sodexho şirketi vermektedir, Mezunlar Derneği’nin başkanı olan eski okul arkadaşı Erdal Yıldırım araya girer. Onun aracılığıyla Sodexho sponsor olur, yemek sorununu da bir öğünlük de olsa çözer;  her öğlen yapımdan bir kişi okulun Kuzey Kampüsüne gider ve yemekleri sefer tasları içinde alır, sete getirir.

Hisar’da, benim de bir dönem sık sık gittiğim o meşhur kahvenin –şimdi başka bir işletme var artık–  sahipleri çekim için mekanlarının kullanılmasına izin verirler, hatta çay paralarında indirim yaparlar; o parayı da Derviş’in bir doktor arkadaşı Ahmet Tulezoğlu öder sonunda.

Fakat hala bir miktar paraya ihtiyaç vardır, annesi ve yakın arkadaşları Serap Güneş devreye girer günlük yapım için gerekli para için katkı sağlarlar.

Rumelihisarı özellikle yazları şenlikli bir yerdir; Derviş de gide gele pek çok arkadaş, ahbap edinmiştir. Bu çevre çekimler süresince çok iye yarar; örneğin setin öte berisi çeşitli evlerde korunur. Ham filmler arkadaşı Aytuğ Ünaldı’nın buzdolabında saklanır. Tavuskuşu filmde çalışan Tayfunun evine konur.

 

Tavuskuşu mu hindi mi?

Tavuskuşunun da hayli ilginç bir hikayesi var. Derviş Eminönü Yenicami civarında hayvan satan esnaftan biriyle anlaşır, tavuskuşu almak için kapora verir. Anlaşma şöyledir. Hayvanı satın alacak. İş bitiminde geri verecektir. Parayı da hayvanı verince bwlli bir kira düşülerek geri alacaktır. Ertesi gün yapımdan biri esnafa gider, tavuktan daha iri beyaz bir hindi getirir. İade ederler. Makul fiata tavuskuşu ararlar. Sonunda Kartal civarında bir yerlerdeki çiftliğe bile giderler; ona bu gezide Sevinç Baloğlu ve eşi refakat ederler. Sevinç Baloğlu o esnada Türsak’ta çalışmaktadır. Eğer isterse Türsakı mekan olarak kullanabileceğini söyler.  Kartalda gittikleri yerde uygun fiata tavuskuşu bulamazlar. Tavuskuşu Yenicamiden bulunur. Hayvan çekimler bittikten sonra bile ek çekim olur düşüncesi bir süre daha Rumelihisar’ında yine Aytuğ’un terasında misafir edilir. Ona iyi bakmaya gayret ederler. Bu arada mahallenin sokak köpekleri de filmde oynar.  Ateş başında Tuncel Kurtizin hitap ettiği köpek Hisarda yaşayan Sarı’dan başkası değildir.

 

Ulan bu iş oldu

Çekimlere 1996 yılının 17 Mart ayında başlanır. Derviş’in hayalinde karlı ve soğuk bir İstanbul vardır. Kar yağmaz. Ama şans yine de yardım eder.  Mart ayının ortasında işe başlanmış olmasına rağmen şans eseri hava oldukça kapalı ve soğuktur. İlk gün Derviş Beşiktaş’tan başlayarak ekibin bir kısmını toplayarak Rumelihisarı’na gelir. Kamera hazırlanır, Ahmet Uğurlu sete gelir, ardından da Tuncel Kurtiz. Tuncel Kurtiz Derviş’ten Ahmet Uğurlu’nun adını ilk duyduğunda tepki göstermiştir; ama meğer hiç sevmediği bir başka oyuncuyla onu karıştırmıştır. Her ikisi kahveye oturup tanışınca ve makul biçimde çay içmeye başlayınca Derviş, içinden “Ulan galiba bu iş oldu,” der ve rahatlar. Mustafa Kuşçunun yanısıra Hisar Müdavimi olan Ömer Metin Kocaman de devlet tiyatrolarında ışıkçı olarak çalıştığı için sete ışık konusunda yardım etmektedir. Değer, Mustafa Kuşçunun ışığa yardım etsin diye getirdiği bir başka tanıdık isim olur.  Gece sahneleri jeneratör kiralamak tuzlu olacağı için birkaç günde sıkı çalışma ile bitirilir.  Zaten eldeki ışık fazla değildir. Kuşçu becerisini gösterir. Yokluğun estetiği ortaya çıkmaya başlar.

 

Motor

Çekimlere başlanır. Derviş çok iyi bir ön hazırlık yapmış ve Mustafa Kuşçu ile de gerek kağıt üstünde, gerekse mekanlarda kare kare konuşmuştur. Oyuncularla da Tuncel Kurtiz hariç hepsiyle okuma provaları yapmıştır. Provalardan sonra bire iki oranında çekim yapılır. Çok zorda kalınca bire üç çekilir. Ahmet Uğurlu kendi kostümünü Derviş’in onayını alarak kendi tasarlar. Öteki kostümler elbirliği ile çekim başlamadan ya da başlandığı gün düzenlenir. Polis kostümü, aksesuar, imam cübbesi Behçet Nacar’dan kiralanır.  Filmde çaldığı ilk otomobil bizzat Ahmet Uğurlu’nun gerçek otomobilidir, Uğurlunun filmde rol icabı çaldığı ikinci oto ise görüntü yönetmeni Mustafa Kuşçu’nun gerçek hayatta kullandığı kendi otomobilidir. Zaten bu iki otomobil aynı zamanda yapım arabasıdır. Ahmet Uğurlunun çaldığı otobüs sete devamlılık tutulması için yardım eden bir asistanın tanıdığı vasıtası ile Maltepe belediye başkanlığından tedarik edilir.  Balıkçı Coşkun Akyüz kendi teknesini sete verir.  Kısacası herkes elini taşın altına koymuştur, herkes büyük bir aşkla işe sarılır.  Çekimler on sekiz günde biter. Çekimler bittikten sonra da set ekibi ve oyuncular Hisar’a, kahveye gelmeye devam ederler. Derviş set arkadaşlarına ‘çekim bitti, evinize dönün, bunun sonu yok’ diye takılır. Tuncel Kurtiz balıkçılarla, Coşkun Akyüz Reis’le, Şapka Mehmet ile dost olur. Ondan sonra sahile tek başına gelir, yaz kış onlarla ateş başında kafa çeker.

 

Ancak Ahmet Uğurlu’nun suya girme sahneleri birkaç hafta sonrasına havaların ısınması sonrasına bırakılır, çünkü denizden nefret etmektedir. Bir de montajın ilk taslağı bittikten sonra yaz ortası ek çekim yapılır.

 

Tarlabaşındaki ara sokakta, Taksim İstiklal caddesinde, Haliçe konan eski Karaköy köprüsü üstünde, Ortaköy otobüs durağında, Nafi Baba türbesinde yapılan çekimler önceden mekan ayarlaması yapılarak gerçekleştirilen çekimler değildir. Çekim gününden önce oralara gidilmiş, keşif yapılmıştır. Ama izin alınmış değildir.  Çekimin yapılacağı gün ilgili mekana ulaşılıp ilgili çalışma gerçekleştirilmektedir.  Hapisane ve polis karakolu sahnesi için o gün Manastır diye tabir edilen binanın alt katındaki film stüdyosunda bir günlük yer kiralanır. Otobüs içi çekimleri korsan tarzında gerçekleştirilir. Çünkü otobüs kiralayacak kaynak yoktur.  İlgili sahne şöyle gerçekleştirilmiştir:  Derviş, reji asistanı Nur ve kameraman Mustafa Kuşçu ile Kuruçeşme’deki duraktan rastgele gelen bir belediye otobüsüne yolcu imiş gibi binerler.  Ahmet Uğurlu kucağındaki tavuskusu ile bir sonraki durakta otobüsü beklemektedir.  Nur otobüs şoförünü lafa tutar. Ahmet Uğurlu otobüs durağa varınca kucağında tuttuğu tavuskuşu ile otobüse biner. İçeride bir koltuğa oturur. Bu esnada çekim başlar. Onu tavuskuşuyla beraber bir durak boyunca çekerler.  Şoför ikazlarda bulunur ama reji onu sakinleştirmeye çalışmaktadır. Otobüs üçüncü durağa yaklaştığında inerler. Sahnenin çekimi bitmiştir. Rumelihisarındaki çekimlerde kale yetkilisi ‘zaman doldu, hadi çıkıp gidin’  diye serzenişte bulunduğu zaman Ahmet Uğurlu onlara münasip bir lisanla çalışmaya devam etmenin gerekliliğini izah eder. Sonuçta çalışmaya devam edilir.

 

Çalınan senaryo

Hisar’daki kahvenin bütün garsonları filmde rol almıştır, bir tek onbeş yaşındaki Adem oynamamıştır. Bir gün Derviş’in üzerinde çekim notlarının da bulunduğu çalışma senaryosu kaybolur. Birkaç gün o notlar olmadan çalışır. Üçüncü gün birden fark ederler ki, Adem sabah çaylarını dağıtırken o gün çekilecek sahnelerin diyaloglarını söyler. Derviş, “Nerede lan benim senaryo?” diye sorar, Adem gider getirir.  Derviş Adem’e rol vermeye kabul eder. Adem kaza sonrasında Ahmet Uğurlu’nun canlandıracağı Mahsun karakterini hastanede sorgulayan polis rolünü oynayacaktır. Ancak çekimin sonlarına yaklaşılmıştır ve elde negatif filmden az miktarda kalmıştır. Adem’le çekim öncesi prova yaparlar. Kötü oynamaktadır. Bu durum fazla miktarda negatif harcanması ihtimalini gündeme getirmektedir ki Derviş sahneye girmeden önce bir karar vermek zorunda kalır. İlgili sahnede polis memurunu kendisi oynar. Adem daha sonra ilgili sahnede hastane koridorunda tekerlekli sandalyede geçirilen hasta rolünde gösterilir.

Son gün işi bitirmenin verdiği rahatlama ile efsanevi bir gece kutlaması yapılır ama sadece çekimler bitmiştir. Daha çok iş vardır. Negatifler düzenli olarak yıkanmıştır. Fakat ne çekildiğini izlemek mümkün olamaz çünkü iş kopyası basılacak bir para yoktur. Tek kare bile görememişlerdir.

 

İFR ortak oluyor

Derviş senaryosunu çekimden önce İFR’den Ezel Akay’a göndermiş, Ezel de beğenmiş, ancak önerilerde bulunarak beklemesini istemiştir; Derviş ise topa basarsa filmi çekemeyeceğini bildiği için bildiğini okur, iyi ki de öyle yapmıştır. Tekrar arar Ezel’i. Karşılıklı gelirler, konuşurlar. İFR negatifleri telesine etmeyi üslenir, görüntülere baktıktan sonra karar vereceklerdir. Öyle de olur. Derviş çektiği filmin ilk görüntülerini ilk kez görür. Aynı anda filmin daha sonra kurgusunu yapacak olan Mustafa Preşava’da izler çekimleri.

 

AVİD’de kurgulanan ilk film

Otururlar, ortaklık şartlarını konuşurlar. Fakat Derviş’in o sıra şirketi bile yoktur; “ne şirketi bir masam bile yoktu,” diye anlatıyor bugün. Ve kurgu başlar. Tabutta Röveşata Türkiye’de AVİD’de ilk kurgulanan film olur. Keyifli bir kurgu süreci yaşarlar; Preşava ustalığını konuşturur. Preşeva normalde kurguyu kabul etmeyecektir belki de. Ama ham görüntüleri izlemek için odaya girer ve görüntülere takılıp kalır. Kurguyu kabul etme cömertliğini  gösterir.  Film sessiz çekilmiştir. Ses tasarımını Ender Akay İmaj’ın yeni kurulan DTS Stüdyolarında yapar. Haziran ayında başlayan post production Eylül ayında biter.

 

Baba Zula nasıl doğdu

Bu arada Derviş yine Boğaziçi’nden arkadaşı Murat Ertel’den filme müzik yapmasını ister. Murat Zen adlı beş kişilik bir gurubun üyesidir. Gurubun iki üyesi filmi beğenmeyince diğer üç kişi Baba Zula’yı kurup müzikleri yapar. Yani Tabutta Röveşata yeni bir grubun doğmasına sebep olur. Filmde ayrıca Yansımalar grubunun Bab-ı Esrar adlı albümünden oldukça etkileyici ve son derece kaliteli parçalar kullanılır.

 

Ödüller, ödüller

Antalya’da “En İyi Film” dahil dört ödül alır. Buna rağmen kimse gelip Derviş’e hoş geldin demez, örneğin Nokta Dergisi ağır bir yazı yazar: Bütçesiz bir film çektik ya, sinema emekçilerine paralarını ödemedik ya, o nedenle jüri bize acımış, borcumuzu ödeyebilelim diye filme dört ödül vermiş diye yazı yazarlar. İlgili yazıda filmin ödülünü küçümsemeye kalkışırlar. Sanki Türkiyede düşenin dostu oluyormuş gibi.

 

Dorsay’dan ağır eleştiri ve…

Ardından Atilla Dorsay kariyerinin en ağır yazısını Derviş için yazar: “Bir yönetmen olması için kırk fırın ekmek yemesi lazım.” Tabutta Röveşata İstanbul Film Festivali’nde FIPRESCI ve Jüri Özel Ödülü’nü aldıktan sonra bu kez “Ödüller yine tartışmalı”, diye yazar. Ancak film ne zaman  dünyanın dört bir yanından festivallerde ödüllerle döner, bu kez yanılmış olabileceğini söyleyerek filmi bir kez daha izlemek ister, Filmi Selanik Film Festivali’nde bir kez daha izler, sonra da görüşlerini değiştirerek özür diler. “Atila Bey’e teşekkür etmek lazım, bunu yapmayabilirdi, çünkü ortalıkta eleştirmen diye dolaşıp yönetmen doğrayan kifayetsiz muhterislerle dolu.”

 

Dirilen Dursun Hisar’a döner

Filme esin kaynağı olan Dursun’un ölmüş olduğu düşünülmektedir, fakat Tabutta Röveşata gazetelere haber olunca bir gün aniden ortaya çıkar, hayalet gibi Hisar’a kahveye gelir. Çok sevinirler.  Bir süre yine semte takılır, sonra yine ortadan kaybolur. Ne yazık ki bir araba kazasında vefat eder.

Kasım ayında da beş kopya ile gösterime girer, yirmi bin seyirciye ulaşır. Filmin tanıtımını ve afişini Derviş’in Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümünden ve Hisardan arkadaşı Seler Cebecioğlunun şirketi Mavi tanıtım üstlenir. Tanıtım mütevazi şartlarda gerçekleşir. Ama yaratıcı anekdotlarla doludur. Baba Zula grubu İstiklalde tabut dolaştırır, bütün Hisar müdavimlerinin elde şişelerle katıldığı bir gala gecesi olur. Filmin müziklerini yapan iki gruptan biri olan Baba Zula oyuncuların da konser esnasında diyalogları seslendirdiği (Andon barda) bir dinleti yapar.

“TABUTTA RÖVAŞATA” (35 mm uzun metrajlı film)

ULUSAL ÖDÜLLER

ANTALYA FİLM FESTİVALİ (1996)

  • EN İYİ FİLM
  • EN İYİ SENARYO
  • EN İYİ ERKEK OYUNCU
  • EN İYİ KURGU

İSTANBUL FİLM FESTİVALİ (1997)

  • JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ
  • FİPRESCİ

ANKARA FİLM FESTİVALİ (1997)

  • EN İYİ ERKEK OYUNCU

ORHAN ARIBURNU ÖDÜLLERİ (1997)

  • EN İYİ İKİNCİ FİLM
  • JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ

ULUSLARARASI ÖDÜLLER

MONTPELLİER FİLM FESTİVALİ (1997)

  • JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ
  • AKDENİZ ELEŞTİRMENLERİ ÖDÜLÜ

TORİNO FİLM FESTİVALİ  (1997)

  • JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ
  • HALK ÖDÜLÜ
SELANİK FİLM FESTİVALİ (1997)
  • JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ
  • EN İYİ ERKEK OYUNCU
AMİENS FİLM FESTİVALİ (1997)
  • NETPAC ÖDÜLÜ

SAN FRANCİSCO FİLM FESTİVALİ  (1997)

  • EN İYİ FİLM

D’ANNONAY FİLM FESTİVALİ (1998)

  • EN İYİ FİLM

OUVRES FİLM FESTİVALİ  (1998)

  • EN İYİ FİLM
  • EN İYİ ERKEK OYUNCU

1996 – 33. Antalya Film Festivali – En İyi Film (Derviş Zaim)

1996 – 33. Antalya Film Festivali – En İyi Senaryo (Derviş Zaim)

1996 – 33. Antalya Film Festivali – En İyi Erkek Oyuncu (Ahmet Uğurlu)

1996 – 33. Antalya Film Festivali – En İyi Kurgu (Mustafa Preşeva)

1997 – 9. Ankara Film Festivali – En İyi Erkek Oyuncu (Ahmet Uğurlu)

1997 – 16. Uluslararası İstanbul Film Festivali – Jüri Özel Ödülü (Derviş Zaim)

1997 – 16. Uluslararası İstanbul Film Festivali – Fipresci Ödüllerı Ulusal Yarışma / Onat Kutlar Ödülü (Derviş Zaim)

1997 – Türk Eleştirmenleri Birliği – En İyi Oyuncu (Ahmet Uğurlu)

(Konuşma Turgut Yasalar ile yapılmış ve  ‘Ben Bir Dahiyim Ama Henüz İlk Filmimi Çekmedim’, (2018). ed: Turgut Yasalar, ‘Tabutta Rövaşata’, İstanbul, Karakarga,  adlı kitabında s. 93 – 113 yayınlanmıştır).