Dram

ÇAMUR

Özet:
Kırklı yaşlarında dört arkadaş etnik sorun nedeni ile bölünmüş olan Kıbrıs adasının acılı geçmişinin etkisindedirler…Temel bir ergen iken öç alma amacıyla kalkıştığı kötülükleri dile getirmek istemektedir. Kurumuş bir tuz gölünün kenarındaki çamura gömdüğü cesetler hakkında konuşmak istemekte ama hissettiği korku onu tuz gölüne gitmekten bile alıkoymaktadır. Halil ise geçmişi saklamayı tercih etttiği için Temel’in acısına kayıtsızdır. Ali, Temel’in Kıbrıs’ın Türk ve Rum halkları arasındaki gerginliği yumuşatma amaçlı Birleşmiş Milletler destekli projelerine destek vermektedir. Kendisinin gerçek hayattaki boyutları ile aynı olan plastik bir kalıbının alınmasına ve adanın güneyindeki Rum kesiminde bulunan, yıllar önce göç ettiği kendi evine yerleştirilmesine izin vermiştir. Ali gizemli bir hastalık nedeni ile sesini kaybetmiş bulunmaktadır. Ayşe, başarısız bir sürü denemeye rağmen tıp biliminin kardeşi Ali’ye yardımcı olabileceği umudunu taşımaktadır. Fakat Ali insanı bazen tıp biliminin yanısıra başka birşeylerin daha sağaltabileceği düşüncesindedir. Bu nedenle şifalı olduğunu işittiği tuz gölünün çamurundan medet ummaya başlar. Jinekolog Ayşe ise mesleğinin sihirli gücünü uygulayarak kimi hastalarına kaybettikleri yakınlarını yapay döllenme yoluyla yeniden bulmanın duygusunu sağlamaktadır. Ali şifalı çamurda antik çağ bereket Tanrıçası heykeli bulunca, Halil para kazanmaları için ellerine bir fırsat geçtiğini düşünür. Ancak onun hızlı ve kolay para kazanma hayali herkesi tehlikeye sokar…

Bir Sayfalık Özet:
Ali Kıbrıs’taki Türk birliklerinden birinde geç yaşında zorunlu askerliğini yapmaktadır. Terhisine az zaman kala gizemli bir hastalığa yakalanır. Hastalık nedeniyle konuşamamaktadır. Birlik komutanı Ali’nin kampın ücra bir köşesinde bulunan çamurlu bölgede nöbet tutması için görevlendirilmesini sağlığı açısından daha uygun bulur. Ali çamurlu bölgede nöbet beklerken çamurun bedenine olumlu biçimde iyileştirici etki yaptığını fark eder. Çamura karşı ilgisi gün geçtikçe artar. Çamur, hem iyileştirici hem de insanın başına fiziksel, ruhsal sosyal problemler açan bir mekan olarak ortaya çıkmaya başlar. Mesela, adadaki Rum ve Türk halklarının barışması için girişimlerde bulunan bir başka karakter,  Temel, savaş esnasında öldürdüğü ve çamurlu araziye gömdüğü Rumların suçluluğu ile kıvranmakta, çamurlara yaklaşmaya cesaret edememektedir.

Sonunda Ali için tutku derecesine varan bu ilgi onun, çamura gizlenmiş eski çağlardan kalma bir Bereket Tanrıçası heykeli bulmasına yol açar. Kibele’yi eniştesi Halil’e verir. Karşılığında da askeri bölgenin sınırını belirleyen tellerin fark edilemeyecek kadar da olsa değiştirilmesi için yardım ister. Kampın sınırındaki teller değiştirilir. Ama bu suçun fark edilmesi üzerine Ali askeri hapishaneye atılır. Öte yandan Ali’nin maddi değeri hayli yüksek Kibele heykelini keşfetmesi hem kendi hem de yakınları için felaketler getirir. Ali ve yakınları, Bereket Tanrıçası heykelini ele geçirmek isteyen mafya tarafından esir alınırlar. Mafyanın uyguladığı şiddete dayanamayan Temel, çamurlu arazide daha başka eski eser bulabilecekleri hususunda yalan söyler. Mafya elemanları Temel’i çamurlu araziye götürürler  ve onun gösterdiği yerde kazı yaparlar. Çukurdan eski eser yerine sadece kemikler çıkar ki bunlar Temel’in öldürdüğü insanlara ait kalıntılardır. Temel ve Ali mafya tarafından öldürülür. Şans eseri hayatta kalan Ali’nin kız kardeşi Ayşe, artık vefat etmiş bulunan Ali’nin spermlerini bir başka yumurtalıkla dölleterek kendi rahmine yerleştirir, taşıyıcı annelik yapar.

Yönetmen Görüşü:
Kıbrıs’ın yaşadığı göç, savaş, toplu kıyım gibi olayları, bir sürü açıdan ama herşeyden önce yazgının önceden belirlenmiş olması açısından, antik trajedilere benzeten birisi bu düşüncesinde fazla yanılmayacaktır. Çamur, mütevazi bir yaklaşımla bu yazgının kaçınılmazlığını sorgulayan bir girişim.  Gittikçe küçülen ama o oranda önyargı, şidddet ve nefretin sahnesine dönüşen günümüz dünyasında insanların nasıl ve ne tip düzenlemelerin altında birlikte, yan yana yaşayabileceği sorusu önemini kaybetmemiştir. Bu soruya yanıt ararken dürüstlük ve insani boyutu bir yana bırakmadan yeni sorulara yol açmanın gerekliliğine  inanıyoruz.

Yaygın bir görüş savaşta kullanılan bir silahın insan gözünün foksiyonu ile aynı olduğunu savunmaktadır. Aynı fikir, ‘ancak elinde silahı tutanın görebileceğini’ de ileri sürebilmektedir. Hikayemiz Çamur, hem görmek hem de silahını indirmek isteyen sıradan bir insanın açmazlarını açıklamaya yöneliktir. Muhtemel bir barış için bu tip hikayelere her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz.

Derviş Zaim ile Söyleşi:
Trajedi ile komedi arasındaki ince sınır:
Bana kara mizah unsuru kullanma imkanı veren karakterlerle senaryo oluşturmayı seviyorum. Genel olarak az ya da çok mizahi bir durum içine gömülmüş trajik karakterleri anlatmaktan hoşlandığımı belirtmeliyim. Karakterlerim arasında aynı özelliklere sahip olanlar fazladır: Acı çeken ama bunu da gururundan kişiliğinden ödün vermeden yaşayan yalnız, çaresiz insanlardır bunlar çoğunlukla. Ancak bu insanlar kendilerine verili sınırları aşmaktan da geri durmazlar. Ben bu karakterleri kullanarak dramatik çatışma yaratırken trajedi ile komedi arasındaki bölgede dolaşmayı da yeğliyorum. Komedi unsuru sayesinde trajik olayları da hafif bir tonla seyirciye ulaştırma imkanım olabildiğini düşünüyorum.


Çeşitli kültürlerin unsurlarını bir arada kullanmaya çalışmak:
Birbirinden farklı özellikler taşıyan farklı kültürlere dair farklı özellikleri bir arada kullanmayı tercih ettiğim bir gerçektir. Çamur filminde Doğu Akdeniz’in farklı kültür ögelerini bir araya getirmeye çalıştım. Dramatik ağırlık sırasına göre Kibele (ya da ana tanrıça kültürü), heykel ya da sperm enstalasyonları, ezan ve çan sesleri… bu saydığım unsurlara örnek olarak gösterilebilir. Farklı kültürlerin farklı unsurlarını filmdeki karakterlerde, çevrede, dramatik çatışmada..vs bir araya getirmenin filme ayrı bir sinerji kattığını düşünüyorum. Meraklı seyirci Tabutta Rövaşata’da Osmanlı kalesine İran’dan getirilerek yerleştirilen tavus kuşlarını hatırlayacaktır. Ya da Filler ve Çimen’de ‘Havva’ adlı ‘maratoncu’ kızın bir ‘ebru’ atölyesinde çalıştığı hususu da konuya bir önceki filmimden bir başka örnek olarak belirtilebilir.


Çamur filminin oluşmasına etki eden kaynaklar
Kıbrıs’ı bilen bir insan olarak adayla ilgili bir film yapmayı uzun zamandan beri düşlüyordum. Problemin Kıbrıs’ta yaşayanlar için bilinçli ya da bilinçsiz sosyal bir travma oluşturduğunu düşünüyorum. Filmde geçen hastalık motiflerini mevcudiyetini düşündüğüm bu ‘travma’ nedeniyle seçmiş olma ihtimalim var. Bütün karakterlerin iyileşmek ve sağlıkla ilgili takıntıları var filmde. Ali konuşmayı başarmak ister, Temel kafasındakileri dışarıya boşaltmak ister, Ayşe genetik kodunu devam ettirmek ve çocuk sahibi olmak ister. Hastalığı bir metafor olarak seçerek bireyle toplum, bireyle tarih, bireyle mitler hususunda düşüncelerimi tartışmak istediğimi söylersem hata yapmamış olacağımı düşünüyorum. İkinci olarak senaryoyu oluştururken benim dram sanatına ve hikaye anlatmaya dair belli tercihlerimin filmin bu şekilde oluşmasına katkıda bulunduğunu da belirteyim: Yukarıda nasıl karakterlerden hoşlandığımı ve öykü anlatırken kara mizah ile ironiyi yeğleyebileceğimi belirtmiştim. Buna ek olarak şunun da altını çizeyim: Farklı anlatım tarzlarını aynı yapı içinde kullanmanın kimi filmlere güç katabileceğini düşünüyorum Çamur böyle bir film. Çamur’da sürrealizmden, sembolizmden ve gerçekçi bir anlatımdan izler bulmanız mümkündür. Senaryoyu yazarken böylesi bir tavrın; filmin konu edindiği ‘gerçeğin’, daha kuşbakışı, sıkıştırılmış, dramatize edilmiş, sosyal arka planı daha kolay anlaşılabilir bir biçimde seyirciye ulaştırılmasını sağlayabileceğini düşünmüştüm. Meraklısı için belirteyim: Filmin yoğrulmasında payı olan bana ait küçük anekdotlar da şunlar: Çamur motifini Gökçeada’ya yaptığım bir ziyarette plajda üstü başı çamurlu üç kişi gördükten sonra düşünmeye başladım. Antik tapınağın kökeninde Bergama Asklepion’daki Sağlık tapınağına yaptığım bir ziyaret yatmaktadır. Ben de filmdeki karakterler gibi 1974 yılında terk ettiğim Limasol’daki evimi 26 yıl boyunca görmedim.


Güç Tutkusu
Açgözlülük ve para hırsının güç tutkusunun iki önemli bileşeni olduğunu düşünüyorum. Çamurda bu iki hırsın rüzgarına kapılanlar hem kendileri hem de etrafındakiler için felaketlere yol açıyorlar. Halil (Bülent Emin Yarar) bu yüzden Kibele heykelini satmaya kalkışır ve herkesin öldürülmesine yol açar. Güç için birçok şeyi göze alan karakterlerin sonunda kendilerini şeytani kötülüğe teslim edebilme ihtimallerinin ötekilere nazaran daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Çamurda her karakterin güç tutkusuna karşı bir zaafı var ama bu zaafın nasıl ve nereye gideceği o karakterin ahlaki inancı ile doğru orantılı olarak ortaya çıkabiliyor. Ali (Mustafa Uğurlu) iyileşmek için Çamurdan medet umar, sonunda çamura karşı duyduğu hırs yüzünden kendini riske atarak çitleri değiştirir. Yine çamur tutkusu yüzünde kız kardeşi Ayşe’nin düşük yapmasına yol açar; Temelin (Taner Birsel) geçmişte yaşadığı bazı kötü deneyimler nedeni ile çamurlu bölgeye yaklaşamamak gibi bir zayıflığı vardır. Güç kazanmak ve cesetleri gömdüğü çamurlu bölgeyi ziyaret etmek ister ama bu şans ona ancak mafyanın devreye girmesi ile ironik bir biçimde tanınacaktır. Ayşe (Yelda Reynaud) kardeşi Ali ile birlikte bir katliamdan sağ kurtulmuş ama ailesinin bütün öteki bireylerini kaybetmiştir. Ayşe soyunun genetik kodunu devam ettirebilmek amacı ile riskli bir işe kalkışır, bir başka kadının yumurtalıkları ile kendi kardeşinin spermlerini dölletir, embriyoyu kendi karnına yerleştirir.


Çamur
Sanırım ‘çamur’, hem iyilik hem de kötülükleri yayma yeteneği ile donatılmış bir yer. Çamur bazen iyileştirebiliyor, bazen de insanın başına kötülükler getirebiliyor. Çamurun insana ne zaman hangi etkide bulunacağı ise o insanın çamura karşı ilişkisi ile doğru orantılı olarak beliriyor. Ya da şans faktörü bu muhtemel etki üzerinde rol oynuyor. Söylemek istediğim bir başka nokta da yaptığım filmin çamur motifini metafizik bir fenomen haline getirmeye çalışmadığı noktasında yer alacak. Ali filmin sonunda Çamurdan medet umduğu zamanlarda gidip gömdüğü baş kalıbını çamurdan çıkarır, çamura gömülü bacağını da kırar. İnsanın yaşadığı süreçlere müdahale edebilme yeteneği ile donatıldığı inancı filmimde mevcuttur.


Ali’nin ve Ötekilerin Hastalığı
Ali’nin konuşamama durumunun yaratılmasına etken olan esinlenmenin nereden kaynaklanabileceği bana sorulduğu zaman, Kıbrıslı Türklerin uzun yalıtılmışlık tarihi ile orada mevcudiyetini düşündüğüm travmanın bu esinlenme ile bağlantılı olabileceğini ileri sürmem sanırım hata olmayacaktır. Alinin hastalık nedeni belli değildir, doktorlar hep farklı teşhis ve tedavi önerirler. Alinin gizemli hastalığı sayesinde derdini anlatamayan bir karakterin kendisi ile, toplumla ve tarihle arasındaki ilişkileri irdelemeye çalıştım. (Hatta belki de mitlerle! Ali koğuşta vampirlerin konu edinildiği resimli romanlar okur. Bütün doktorlar ona güneşe çıkmaması gerektiğini söyler, kendisi de gerçekten karanlık kuyularda boğazına çamur sürmektedir. Dahası Ali antik tapınağın kendisini iyileştireceğini sanır ve kalıbını çamura gömmek ister). İyileştirici olduğu söylenen çamurun uğruna her şeyi yapabilen ama aynı nedenle başı dertten kurtulamayan Ali konuşabilmek için çit değiştirmek dahil her şeyi yapar. Yaptıkları yüzünden cezalandırılır, sınıra nöbete verilir. Ali ancak sınırdaki nöbet esnasında başına daha büyük felaket gelince, (bacağından vurulunca) konuşmaya başlar.
Öteki karakterler de kendi hastalıkları ile olan ilişkileri çerçevesinde başkaları ile iletişim kurma motivasyonlarının altını çizen işleri sürdürürler. Temel atık su arıtma tesisindeki toplantılarında çeşitli insanları savaş deneyimleri hususunda konuşturmak ister, oysa kendisi çok arzu etmesine rağmen bunu gerçekleştirememektedir, yine Temel korku ya da başka nedenler yüzünden çamurlu bölgeye gidememektedir. Temel barış girişimleri için enstalasyonlarda kullandığı heykelleri işte tam da bu örtme isteği nedeni ile denize atar. Heykelleri denizden çıkarması ise çamura Ayşe’yi kurtarmak için gitmesinden sonra olur. Ondan sonra da atık su arıtma tesisinde ilk kez geçmişle ilgili bir şeyleri seyirciye aktarır. Bunlar sürrealizm, sembolizm, gerçekçilik ve ironinin filmimde beraber kullanıldığını gösteren örnekler. Filmin Alinin konuşamama durumu nedeni ile örtük biçimde söylediği bir başka şey daha vardır. O da insanlar arasında iletişimin karmaşık olabileceği hususudur ki film burada basit bir model önermemektedir.


Paradoksal İletişim
Çamur izleyiciyi iletişimin kolay olabileceği hususundaki yavan görüşe karşı uyanık tutmak amacını da taşır. Bu tavır en berrak biçimde rol değiştirme deneyiminin konu edinildiği atık su arıtma tesisinde geçen toplantıda su yüzüne çıkar. Atık su arıtma tesisindeki barış girişimleri çerçevesinde iki toplum arasındaki empatiyi artırabilme amacı ile workshoplar düzenlenmektedir. Bu sahnede Aliden kendisini Türkler tarafından şiddet uygulanmış bir Rum’un yerine koyması ve onun ağzından konuşması istenir. Ancak Ali geçmişte Rumların düzenlediği bir katliamdan şans eseri kurtulmuştur. Yine de Ali toplantıda bulunan seyircilerin huzurunda kendini bir Rum’un yerine koyar ve konuşmaya başlar, ama anlattıkları hayal ürünü şeyler değildir. Ali aslında kendisini Temelin yerine koyarak Temel’in geçmişte yaptığı olayları ve öldürme eylemlerini anlatmaktadır. Toplantıda bulunan Temel Alinin anlattıklarını bir süre dinler. Sözü alarak başından geçenleri kendi ağzından odadaki dinleyicilere aktarmaya başlar.


Olağanüstü barış girişimleri
Bildiğim kadarı ile Kıbrıs’ta barışın gerçekleşmesi için çalışan insanlar yaptıkları işin ciddiyetinin farkında olan ve bunu gereğince yapmak için olabildiğince çalışan saygın insanlar. Benim ve yaptığım filmin bu tip girişimlere ve insanlara karşı tavrının saygı ilişkisi içinde belirdiğini belirteyim. Çamur adlı filmde konu edinilen kimi barış girişimleri ise gerçekte olup bitenlerin birebir yansıması değil. Çünkü bu film bir belgesel yapıt değil, kurmaca bir yapıt. Her kurmaca yapıtta gözlemlenmesi doğal karşılanacak ‘hayatta olması muhtemel olaylar dizisi’ burada da bulunuyor. Dahası filmin sürrealizm, sembolizm ve gerçekçiliği daha yetkin bir sosyal, ruhsal ve fiziksel Kıbrıs portresi kurmak için bir arada kullandığından daha önce de söz etmiştik. Filmde barış girişimi için heykel ve sperm enstalasyonlarının kullanılması bu mantık bakımından değerlendirilmelidir. Heykel enstalasyonlarının verimsiz kalması ve başka bir enstalasyon gereksinimi neticesinde sperm enstalasyonlarının ortaya çıkması bana dramatizasyon, karakterizasyon, ironi ve mizah sağlamıştır. Bu da bütün o korkunç olayların daha da yumuşak bir biçimde anlatılmasını sağlamak gibi olumlu bir amaca hizmet etmiştir.


Bereket Tanrıçası (Kibele)
Kibele heykelciğinin de çamur motifi gibi filmde paralel biçimde kullanıldığı yerler söz konusudur. Kibele heykeli de çamur motifi gibi ona yaklaşan insanların ahlaki tavrına bağlı olarak olumlu ya da olumsuz etkiler gösterebilmektedir. Ali antik Kibele heykelciğini bulur ve şans getirmesi için kız kardeşi Ayşe’ye vermek ister. Ama kız kardeşine götürmesi için Kibele’yi verdiği Halil para hırsı ile doludur. Kibele’yi satmak ister. Kibele’yi satmaya çalışınca da Ayşe hariç herkesin öldürülmesine neden olur.


Suni Döllenme
Suni döllenme motifini insanın en olumsuz, en umutsuz koşullarda dahi kendisine verili koşulları değiştirebilme yeteneğine sahip olması gerçeğinin altını çizmek için kullandım. Ayşe ailesindeki herkesi ve Ali’yi kaybedince riskli ve gizli bir işe kalkışır. Çünkü mafyanın işe bulaşması sonucunda kendisi de yumurtalıklarından zarar görmüştür. Ayşe Alinin spermlerini bir başka kadının yumurtalıkları ile dölletir ve embriyoyu kullanarak çocuk sahibi olur.


Ayşe’yi (Kadını) filmin tek hayatta Kalan Karakteri haline getirmek
Ayşe filmin sonunda soyunun tek bireyi olarak hayatta kalınca onun suni döllenme kullanmasının gerisinde yatan motivasyonları daha net biçimde vurgulama şansına sahip oldum. İkinci olarak filmin sonunda kadın karaktere daha fazla dramatik hacim ayırma isteğim bu konuda etken oldu. Dişil ögeyi bir motif olarak tekrarlama tavrım esasında filmin bir çok yerinde gözlenebilecek bir olgudur. Kibele mitine yer verilmesi; yeniden doğuş temasının baskın bir biçimde kullanılması, çocuk sahibi olma isteğinin sık sık ortaya çıkan bir motif olması bu hususa örnek gösterilebilir. Dişil öğeye önem verme nedenim hangi amaçtan kaynaklanıyor? Bir genelleme yapmak gerekirse Savaşların çoğunlukla erkekler tarafından yapıldığını gözlemliyoruz. Filmin sonunda tek hayatta kalan karakteri kadın karakter yapmak ve onu çok cüretkar bir biçimde suni döllenme yolu ile çocuk sahibi olmasını sağlamak bir noktanın altını daha iyi çizmemi sağlayabilirdi diye düşünüyorum. Yeni bir başlangıç ve perspektif gerekliliği.


Film Çekildiği Mekanlar
Film İstanbul, Gökçeada, Konya Tuz Gölü ve Kıbrıs’ta çekildi. Filmin çoğunlukla Kıbrıs dışında çekilmesinin gerisinde yatan neden öncelikle ekonomik nedenler. İkinci olarak da şunu ileri sürmek mümkün: Bu filmin senaryosunun kimi yerlerde gerektirdiği sembolik ve sürrealist tonu yakalayabilme amacı doğrultusunda kimi sahneleri ada dışındaki başka mekanlarda (ki bunlar Konya Tuz Gölü gibi adanın dokusu ile çok yakın bağı olmayan mekanlar da olabilirdi) çekmenin sakıncasının bulunmayacağı kanısından doğmaktaydı. Aksine böylesi mekanlara yer ayırmanın bizi artistik bakımdan güçlendireceğini tasarlıyorduk. Böylelikle mekanların ta kendisinin de bir karakter gibi filmde yer almasını sağlayabileceğimizi düşünüyorduk.

Yıl:

2003

Yazar & Yönetmen:

Derviş Zaim

Oyuncular:

Mustafa Uğurlu (Ali) • Yelda Reynaud (Ayşe) • Taner Birsel (Temel) • Bülent Emin Yarar (Halil) • Tomris İncer (Oya) • Arslan Kacar (Mafya elemanı) • Ümit Çırak (Mahir) • Nadi Güler (Çavuş) • Serhan Ernak (Er) • Erdinç Olgaçlı (Komutan) • Muhammed Cangören (Mafya) • Yüksel Arıcı (Mafya) • Atilla Ulaş (Mafya) • Serafettin Kaya • Veli Dogan • Fuat Sözen • Misafir Oyuncular Engin Alkan (Doktor) • Murat Garipağaoğlu (Heykel getiren adam)

Yapımcı:

Marco Müller, Downtown Pictures (Italy) • Derviş Zaim, Marathon Filmcilik (Turkey)

Ortak Yapımcı:

Panicos Chrysanthou Artimages (Cyprus)

Ortak Yapımcı:

Samir, Dschoint Ventschr Filmproduktion (Switzerland)

Uygulayıcı Yapımcı:

Sadık Deveci• Lucy Wood

Görüntü Yönetmeni:

Feza Çaldıran

Kurgu:

Francesca Calvelli

Orjinal Müzik:

Michael Galasso • Koulis Theodorou

Ses:

Nuh Mete

Ses Kurgu:

Emmanuella Di Giunta

Sanat Yönetmeni:

Adnan Öngün

Yönetmen Yardımcısı:

Arslan Kacar

Katkılarıyla:

Rai Cinema, TSI-Televisione Svizzera, Fabrica Cinema

Desteğiyle:

Eurimages

Desteğiyle:

Fondazione MonteCinemaVerità, Efes Pilsen, Comtech Ticaret

Yönetmen Asistanları:

Özden Özdemir, Inanç Parmaksizoglu

Post Koordinatörleri:

Gabriella Brunamonti, Fiorella Ferrara

Yapım Koordinatörleri (İtalya):

Martino Sclavi, Valentina Merli

Yapım Asistanları:

Cengiz Deveci, Mete Sen, Giulia Grassilli Administration Viviana Queirolo Bertoglio

Kurgu Asistanları:

Alfredo Alvigini, Anita Cacciolati Foley – Foley artist Sergio Basili, Antonio Tirinelli

Kurgu Özel Efekt:

Gianluca Basili, Massimiliano Normanno

İtalyanca Ses Versiyonu:

Carlo di Carlo

Ses Mix:

Roberto Cappannelli (A.I.F.M.)

Müzik Kayıt:

Giorgio Collodet

Müzik Kayıt Teknisyeni:

Ulas Agce

Tercüme:

Dogu Kaptan, Serra Yilmaz, Nancy Öztürk

Müzik:

Michael Galasso

Grafik Tasarım:

Omar Vulpinari, Constance Gounod, Simona Lettieri, Gabriele Riva

Web Tasarım:

Gianni Billio

AFİŞLER

FOTOĞRAFLAR

KAMERA ARKASI

Fragman ve Filmden Parçalar

İzle

Dilerseniz itunes üzerinden satın alarak veya kiralayarak izleyebilirsiniz.

MEDYADAN

DIŞ MEDYA
Davıd Stratton, Varıety

Ürkütücü, kara bir komedi…Merak uyandıran deneyim.

Roderıck Conway Morrıs

Çamur yüreği olan bir film ve yüreği doğru yerde atıyor.

Ulı Schmetzer, Chıcago Trıbune

Çamur, Kıbrıs’ın unutulmuş bir sınır telinin dışındaki dramayı hatırlatıyor. Politik anlaşmalardan ziyade insan ilişkileri geçmiş kuşaklar tarafından inşa edilen dipsiz nefreti ortadan kaldıracaktır.

Fıachra Gıbbons, The Guardıan

Çamur travma geçirmiş bir ailenin cesur ve duyarlı portresi olarak alkışlandı.

Dırk Schumer, Frankfurter Allgemmeıne

Herşey nefes alıyor, boş geniş açılar, anlamsız diyaloglar, konuşamayan ana kahraman ve kör şiddet, absürd Sovyet komedileri…

Roberto Nepotı, La Reppublıca

Mutlu sonla biten bir kara komedi.

Maurızıo Porro, Il Corrıere della Serra,

Film en korkunç etnik gerilimlerden biri hakkında fikir yürütüyor.

Allesandra Levantesı, La Stampa

Komik, dramatik, sürrealistik, nadir…Filmin düzeyi rafine edilmiş bir kavrama dayanıyor. Görüntüler metaforik bir bakışa sahip.

Fabıo Ferzettı, Il Messaggero

Film varolmayı ve izlenmeyi hakkediyor.

Alberto Crespı, L’Unıta

Film bütün ulusçulukların gidebileceği deliliklere karşı bir hiciv özelliği taşıyor ve gerçeküstü tonlarla, kendi kendinin farkında olma hali ile gelişiyor.

Dırk Schumer, Frankfurter Allgemeıne.

Film, konuşma yetisini kaybetmiş bir karakter üzerine kurulu, ama her şeyin, her nesnenin nefes aldığı hissediliyor.

Alessandra Levantesi, La Stampa

Sürreal bir şekilde komik ve dramatik. Türk sinemasının gerçekçi karşın ender ve mitolojik. İzleyin.

TÜRK MEDYASI
Alin Taşçıyan, Kibele’ye İade-i İtibar, Milliyet, 4 Ekim 2003

Gerek politik gerek mistik bağlamda yerel motiflerle sıkı sıkıya bağlı olduğu için uluslararası arenada net anlaşılmayan (‘Filler ve Çimen’ filminin) ardından ‘Çamur’da Zaim evrensel bir açılımı olan metaforları işleme avantajına sahip oldu. Çokuluslu bir ortak yapım olması, müziğini ‘Aşk Zamanı’na imza atan Michael Galasso’nun bestelemesi de filmin diğer avantajları. Bu kez erişim engelini kendi coğrafyasının antik kültürüne vakıf olmayan yerli izleyicinin yaşamamasını umut ederim. Aşırı ataerkil toplum gözünde güme gidecek (Kibele mitiyle) yola çıkmak en az Kıbrıs gibi Türkiye’de zihinlerin kilitlendiği bir ulusal sorunu sözünü sakınmadan ele almak kadar cesaret ister. Kibeleye iade-i itibar edilecek ve barış içinde yaşanacak güzel günleri özleyen kitle ‘Çamur’un olumlu niteliklerinin ayırdına varacaktır izlerken.

Müge Mengü, Finansal Forum Ek, 12 Ekim 2003,

Filmin etkileyici tarafı, şaşırtıcı bir olarak, sinemanın genel olarak yapabildiği gibi o insanların yaşadığı deneyimin, size daima yabancı kalabilecek duygusuyla empati kurma, onlar gibi hissetme hakkını, filmin öyküselliğiyle vermiyor olmasında.  Film metaforlarla ilerlediğinden  bu sembolleri yerleştirmek için epeyce düşünmek gerek. Ama film sağlam bir hikayenin etrafında kurulu olduğundan, gayetle de akıcı bir seyre olanak veriyor…Evet, filmi izlerken filmin sınırsız metaforlarını çözmek istiyoruz. Filmde neler olduğunu anlamak, Kıbrıslıların içinde bulunduğu duruma vakıf olma kazancını getireceği fikrini taşımaya koşullanmışız. Ancak, bence filmin metaforlarla yüklü olması seyirci için bir şaşırtmaca. Edward Said’in ‘Kış Ruhu’nda sürgünlük üzerine söylediği ilk cümleyi aklımıza getirelim.

‘Sürgün hakkında düşünmek tuhaf bir biçimde davetkar birşeydir de, sürgünü yaşamak korkunçtur.’ Biz de film boyunca Kıbrıslıların içinde bulunduğu durumu düşünmek ve anlamlandırmak için tuhaf bir istek duyuyoruz. Ancak film, bence bilinçli olarak bizi karakterlerin sürgünlüğü hakkında düşünmekten alıkoyuyor. Bizi ne düşünmeye davet ediyor, ne de akabinde empati kurmaya kışkırtıyor. Aksine, filmin metaforları yabancılaştıran ögelere dönüşüyor. Ama böylelikle, belki de bir sinema eseri olarak bir başka amaca hizmet ediyor: İzleyiciyi filme, dolayısıyla anlattığı daha büyük politik soruna ya da yaşanan travmaya karşı bir mesafede bırakma amacına. Çünkü sanki bizden beklenilen filmle bu şekilde bir iletişim kurmak değil. Bu tarz, kod çözerek yapılacak bir anlamlandırma, bizim aklımıza ya da belki vicdanımıza ulaşmaya daha kolay hizmet edebilirdi. Karakterlerin duygularını içselleştirerek, kendi tanıdık duygularımıza dönüştürebilirdik. Ama konuyu bu yolla evcilleştirme, bilme, böylelikle aşma hakkını tanımıyor bu film bize…Belki de anlayabileceğimiz şey şu: Bu deneyim onlar ait, farklı türden bir deneyim. Onlar çok katmanlı çözümsüz bir sürgünü halen yaşıyorlar… Zaim bize sürgün hissinin ne olduğunu filmin zaman duygusuyla bire bir hissettiriyor. Filme duyduğumuz yabancılık duygusu, bir yandan Kıbrıslının yaşamda duyabileceği bir yabancılık duygusuna benzer bir hale geliyor. Zaman fikrinin bu türden uygulaması filmi sinemada çok farklı bir yere oturtuyor. Kıbrıs’la empati, bu filmin verdiği, hiç alışkın olmadığımız tempo üzerinden kurulabiliyor.

Pelin Özdoğru, Finansal Forum, 5 Ekim, 2003

‘Çamur’; sakin, kabullenmiş, yumuşak bir tona sahip, aynı zamanda evrensel olmaya çabalayan bir film. Bu filmle hem kişisel ilişkiler üzerinden, hem de toplumsal etkileşimler üzerinden bir öykü anlatan Zaim, mitolojik göndermeler, metaforik görüntüler ve özellikle heykeller yoluyla oluşturulan sembolizm gibi araçları kullanarak masalsı bir sinema dili kuruyor. ‘Çamur’ Kıbrıs’ın hala kanayan yarasını böylesine insancıl ve sinemasal bir öyküyle anlatan ilk film.

Esra Demirkıran, Aksiyon, 13 Ekim 2003

Hem içsel, hem de fiziksel çıkmazlarla boğuşan, acı çeken, gururlarından ödün vermeyen karakterler, Çamur’u Derviş Zaim filmi yapan etkileyici ögelerden…Yeri geldiğinde sade, beyaz bir sahnede  dingin oyuncuları ile, yeri geldiğinde ise parlak renkler ve hareketlerle izleyiciye huzur ve huzursuzluk arası mekik dokutan bir film Çamur. Politik güncelliği olan bir konuya, siyasi genellemelerden çok kişisel platformdan bakan film; heykelin donmuşluğunu, sürekliliğini ve erken halini (çamuru) ekleyerek anlattığı öyküyü ince bir noktadan yakalamış. Hele bir de filmin Temel’i (Taner Birsel) ‘Özgürlük kaderi yenebildiğimiz ölçüde vardır’ demiyor mu…

Haşmet Topaloğlu, Vatan Ek, 5 Ekim 2003

Zekice bir metafor bulmuş: çamur. Her ne kadar ‘çamur’ kelimenin anlamı itibarıyle kaba bir sembolizmi çağrıştırsa da Zaim öyküsünü daha incelikli kurmayı başarıyor. Bir yanda çamura gittikçe daha da bağlanan Ali’nin yaşamı absürd bir öykü tadında gelişirken diğer yanda abla-nişanlı-Temel üçgeninde yaşananlar daha gerçekçi, daha olumsuz olaylar. Bu arada dört karakterin dokunduğu her noktadan Kıbrıs’ın yakın tarihine ilişkin bir vurgu çıkıyor. İki halkı barıştırma projeleri de, sınırda yaşanan sıcak çatışmalar da, geçmişin acı anılarıyla yaşayanlar da var filmde. Çarpışmalarda bacağını kaybetmiş Ahmet, kameraya birşeyler söylemesini isteyen Temel’e ‘Beni sadece yaramla hatırlarsınız. Yaram olmasa ben bir hiçtim’ diyor. Derviş Zaim’in senaryosunda herşeyin bir açılımı var, her taşın yeri düşünülmüş.

Tül Akbal Süalp, Antrakt, Şubat 2004, s. 42

Birkaç itiraz:

Tarih, ancak, hayal edebileceğimiz, gözümüzün önüne getirebileceğimiz bir şeydir. Eğer vakanüvistlikten ya da bir takım kayıtlardan, belgelerden bahsetmiyorsak. Kaldı ki o vakit bile, yazılan hazırlanan, kodlanan bir şeydir, tarih. Ama eğer deneyimlerden, yaşananlardan ve hele, hele toplumların, kültürlerin tarihsel deneyimlerinden ve bireyin bu tarihi kendisi için anlamlandırma çabasından bahsediyorsak çok katmanlı, tahayyüle, tasavvura açık olan ve en önemlisi bugünden bakılarak geçmişin yorumlandığı, yeniden anlatıldığı bir şeydir. Bu yüzden her şeyden çok bir anlatıdır. Ne kadar çok sesli, diyaloga, farklı bakma biçimlerine, katmanlara açık olursa o kadar fazla dokuları hakkında bir fikir edinebileceğimiz bir örgü, bir dokuma gibidir. Toplumsal tarihin içindeki pek çok sorun, üstü örtülerek geçiştirilmiş olanlar, uzayıp giden kan davaları, ertelenmiş ağıtlar, yen içinde inatla saklanan saklatılan kırıklar, yüzleşmeme inatları, yüzleşmeden duyulan derin korkular, konuşmadıkça, karşılaşılmadıkça, çözülmesi giderek zorlaşan düğümlerdir. Dolayısıyla toplumsal tarihinin her anlatısı istense bile, gerçekçi (reel), olamaz; hep biraz gerçeküstüdür (surreel). Kurulacak her cümle ideolojiktir. Bakışı, bakma biçimlerini yansıtır; semboller, metaforlar, kodlamalar, yüklüdür. Bütün mesele belki, bir anlatının bunların mümkün olan en fazlasını kendinde taşıyabilmesi ve diyaloga açık olmasıdır. Elbette hepimizin bir filmi izlemesinin, o filmle kurduğu ilişkinin, o film üzerine bir fikir üretip üretemeyeceğinin, üretecekse bunun dilinin farklılıkları olacaktır. Filmlere bakışımız, onları ayırt edişimiz, onları sevip sevmeyişimiz bu konudaki tercihlerimiz de farklılaşır. Farklılıklarımızı da pek çok şeye bağlayabiliriz. Ama bir filme bakışımızın ardında profesyonel bir duruş varsa burada bu bakışın eğitilmesi, bakışın işlenme biçiminin üzerinde emek harcanması ve dillendirme ya da yorumlama noktasında herkesten ya da herhangibir film izleyicisinden farklılaşmamız gerektiği  gibi sorumluluklarımız da vardır. Elbette bu profesyonel duruşun da içinde farklılıklar sözkonusudur. Eleştirmenlerin, akademisyenlerin, filmin üretiminde bulunanların filmle kuracakları ilişki, onların kendi pratikleriyle de biçimlenecektir. Her ne kadar yaygın olarak biraz demode görülse de bu ilişkinin de bir etiği olduğunu daha doğrusu, bu bakma ve yorumlama sürecinin bir etiği olduğunda ısrar edeceğim. Kültürel çalışmaların tarihi ile yapısalcılık sonrası eleştirinin bize getirdiği gamsız ve keyfe keder, eleştirisiz, çalıştığı şeye kendini kaptırıp gidişi ya da keyfi arasında hiçbir mesafeyi sevmeyen hatta bunu demode ve ilkel bulan bir ‘sonrası hal’, özellikle de popüler kültürün gölgeli ve bulanık sahalarında hedonist bir eleştirmen tipini üretti, piyasalaştırdı.  Dolayısıyla baktığımız şeyi sevip sevmediğimiz, anlayıp anlayamadığımız daha da önemlisi bizi eğlendirip eğlendirmediği bütün bakma biçimlerinin ve bakmak, soru sormak, anlamaya, çözmeye çalışmak çabasının yoğun, bilgi birikimi ve emek isteyen sıkıcılığına galip geldi. Ama belki daha da vahim olan bizim beynimizin edindiğimiz konumlar dışında neden her hangi birininkinden daha önemli olduğu konusunda hiçbir sorgulamada bulunmuyor olmamız. Popüler kültür hepimizi sarar ve keyifli de olabilir hatta tüketim kültürü rüzgarlarından da kaçamıyor hatta keyif alıyor olabiliriz ama edindiğimiz konumların hiç mi sorumluluğu yoktur? Eğlenirken durup bir dakika diyerek hiç mi soru sormaz, hiç mi rahatsız olmaz, hiç mi biraz da farklı bir yerden bakıp bu süreci bu deneyimi bir sorgulayalım demeyiz? ….

Bir Yönetmen, bir film: ‘Çamur’da bireyin tarih bilinci ve sorumluluğu

Derviş Zaim, Çamur filminde kendi kişisel tarihine, bu tarihin içinde biçimlendiği kültürel ve toplumsal tarihine böyle bir sorumluluk ve bu sorumluluğun politik estetiği ile bakmaktadır. Derviş Zaim’in filminin kolay akıp, eğlenceli bir seyirlik sunmaması filmi yetersiz ve neredeyse suskun bir eleştiriyle karşı karşıya bıraktı. Bence, yönetmen Türkiye sinemasında bugüne kadar eşine az rastlanır bir etiği gerçekleştirmiştir ve bunun hem yönetmenin kendi film üretme tarihi içinde etik bir yeri ve değeri vardır hem de filmin estetiğinin kuruluşu, anlatısının yapılandırılışı, ve belki de en önemlisi filmi üretme biçimi bu etikle ilişki içindedir. Kendi tarihiyle yüzleşmek, bu yüzleşmeyi yapmadan bir yönetmen olarak yoluna devam etmemek, pek çok ağır tabudan birine, üstelik de bu tabu alanın yaşayan öznelerinden bir olarak bakmaya çalışmak ve o tabu alanın karşısında olabilecek muhtemel bir kamusallığa sözünü söylemek, bakışını netleştirmek, bunu yaparken filmini de, filmin anlatısını ve görselliğini de bu süreçle politik olarak kurmak gibi benim neredeyse Türkiye sinemasında hiç görmediğim bir şeyi yapıyor. Bu da filmin üzerinde çok daha farklı tartışmaları ve çalışmaları hak ettiğini gösteriyor. Oysa bütün tabularla yüzleşme ihtimalleriyle karşılaşmalarımızda olduğu gibi bunu da hemen geçiştirdik; sessizce savuşturduk. Filmler sadece eğlence endüstrisi için üretilmezler, yönetmenlerin iç öyküleri, kendi filmografilerinde geçmeleri gerekli eşikler olabileceği gibi, filmler pek çok farklı nedenle de yapılabilir. Ama eğlenmenin de tek yaygın biçimi olamaz. Tartışmak, fikir alışverişinde bulunmak, bir başkasının bakışı ile karşılaşmak, öğrenmek, sorgulamak, sembolleri, metaforları çözmek, metinler arası ilişkileri fark etmek de birilerinin eğlenme biçimi olabilir. Buradan bakıldığında, Derviş Zaim çok katmanlı, sembollerin birbirine örüldüğü, çok kahramanlı, diyalogu amaçlayan bir öykü anlatıyor. Ama beni en çok etkileyen, anlattığı öykü ile anlatırken kurduğu estetiğinin politik ilişkisi ve buradaki duruşunun sağlamlığı oldu. Özellikle kullandığı ışık ve ışığın etkisiyle yarattığı atmosfer, Brecht tekniğine yakın bir anlatım özelliği kazanıyor. Işık etkisiyle birlikte mekan kullanımı da aynı işlevi üstleniyor. Bu kullanımın bir tesadüf ya da rastgele keşfedilmediğini de daha önceki filmlerine bakarak söylemek mümkün. Açık, net ve işlek metaforlar ve semboller: Hastalık, çamur, ölüm, doğum; doğuma kaderden başka kişisel bir tercihi ve dışarıdan müdahaleyi katan bir karar, hatırlama, hatırlatma taşlaşma, taşlaştırma, dile getirme, getirmeme, getirememe, bunların hepsi sözünü ettiğimiz dokunun sağlam ilmekleri ve filmin her bir kahramanıyla birlikte çoğalıyor. Toplumsal tarihin yalnız bırakılmış karanlık çukurlarında sorunların, soruların, çözümsüzlüğün, düşmanlığın, diyalogsuzluğun çamurunda debelenmek ve bu çamurdan medet ummak. Bu bataklık ortamında edindiğimiz yaraları gene o bataklığın balçığın sıvayarak kurtuluşu, iyileşmeyi ummak; doğurganlığı, üretkenliği, yürüyüp yoluna devam edebilmeyi, eksik uzuvlarımızı geri kazanmayı dilemek, kaybettiğimiz sesimizin bize dönmesini beklemek, günahlarımızı, vahşetimizi unutmak, bahanelere sarılmak, bahanenin yetmediği yerde yüzleşmeden kaçmak, sorunlarımızı estetize etmek; Derviş Zaim’in bütün kahramanları bu semboller ve bu durumlar için varlar. Brecht’in kahramanları gibi, limbo bir sahnenin önünde, bize bu sembolik duruşların sürreel oyununu sunuyorlar. Kimseye bakmıyorlar, kimseyle çok fazla göz göze gelmiyorlar ne de doğru dürüst konuşuyorlar; gerektiğinde bile, acemi, soluksuz, isteksiz ve mahcup cümleleri ortada koyverip, başka bir sahneye geçiyorlar. Yani aslında oynamıyor, oyun vermiyorlar. Bir limbo sahneden diğerine geçiyorlar. Parlak ve çiğ bir ışığın altında hem herşeyin çıplak kaldığı hem de sınırların bulanıklaştığı bir ışık altında debelenip duruyorlar. Devinimi kendi dairesinde tamamlayan, hareketi bir başkasına aktarmayan çırpınışlar içinde kendi enerjilerini tüketiyorlar. Bu parlak ışığın ada ışığı olduğunu seziyor olabiliriz; ama daha fazlası için orada bu kadar çiğ, bu kadar çıplak, bir ışık bu. Tıpkı Tabutta Rövaşata’nın fanus ışığı gibi; o basık gökyüzü nasıl kentin kenarındakilerin üstünü kapatıp, onları havasız, umarsız, nefessiz bırakıyorsa ya da Filler ve Çimen’deki o ebruli gökyüzü kaypak ve sürekli yer değiştiren ve karakterlerinin eşitsiz bir gökyüzünün altında kaygan bir zeminde ne kadar da zor ayakta kalabileceklerini anlatıyorsa; burada da çoklu anlatıcıların, anlatı katmanlarının, farklı sembollerin kendilerini katmerlendirecekleri, eşit bir ışığın altında görünür olmalarını sağlıyor. Işık bir araç olarak kendi anlatısını kuruyor, tıpkı Brecht yöntemlerinin her aracının kendi anlatısını kazanıp özgürleştirmesinde olduğu gibi. Her araç eşit ve bağımsız birer anlatı katmanına dönüşüyor. Işık, mekan, oyuncular, oyunculuk, müzik, filmin dünyasını yaratıp onu desteklemek için değil, bu çoklu ve çok katmanlı öykülere farklı katlar açmak açabilmek için varoluyorlar. Ve mekan da kendi anlatısını kuruyor. Bir o kadar çıplak, bir o kadar bulanık. Hiçbir turistik ya da izlenimci zevke alet edilmeden  çünkü bu mekan zevkin değil, hesaplaşmanın, yüzleşmenin, yalnız bırakılmışlığın mekanı. Ancak kazılarak içinden çıkabileceklerden medet umulan ve sırları saklayan, konuşmayan, terkedilmiş mekan, izleri saklasın, tarihi, acıları, günahları gömsün diye önümüzde uzanıyor. Bu mekan kurgusu ve ışık altında bütün karakterler ve öyküleri de önde, hemen önümüzde. Bu ‘önde’ sunum özelliği de diğerleri kadar önemli bir anlatı oluşturuyor. Karakterler hemen önümüzde bize mazeretleri sunulmaksızın çaresiz ve bir anda bu çaresizlikleriyle karşımızdalar ve bizi de izleyici olarak zor durumda bırakıyorlar. Ah keşke birinin öyküsünü tek başına ve daha detaylı izleseydik rahatlardık. Ama öyle olmuyor, onlar orada gözlerimizin önünde izah edilmemiş bir çaresizliğin, bakımsızlığın, ortasında bizi yalnız, avuntusuz bırakıyorlar. Filmin umudu ya da bize de aktardığı umut da bu noktada başlıyor. Ölüm doğumu da beraberinde getiriyor. Avunamadığımızda yaşama yeniden bağlanıyoruz. Böylece Derviş Zaim politik filmler yapmıyor; filmleri politik olarak yapıyor.

Mehmet Basutçu, Radikal, 29 Ağustos 2003

Derviş Zaim, çok boyutlu, cesur bir filmle karşımızda. Venedik Film Festivali’nin ilk gününde basına gösterilen ‘Çamur’, politik güncelliği sıcak bir konuyu, bölünmüş Kıbrıs gerçeğini, berrak bir bilinç eşliğinde hümanist bir yaklaşımla, incelikli bir sinema diliyle işliyor…Sıcak savaş, barış, kin, nefret, dostluk ve sevgi gibi konuları siyah beyaz yaklaşımların tuzağına düşmeden işlemek kuşkusuz zordur. Karmaşık gerçeği ve hassas dengeleriyle yaklaşık 50 yıldan beri dünyanın politik gündeminden eksik olmayan bir konuyu, sinema sanatından taviz vermeden beyazperdeye aktarmak da en azından cesaret isteyen bir girişimdir.

Zaim, bu zorlukların bilinciyle konusuna çok boyutlu bir yaklaşımla eğilmiş. Hem simgesel, hem de gerçeküstü, hem gerçekçi boyutların koşut olarak harmanlandığı bu film, yönetmene, konunun karmaşıklığını izleyiciye daha rahatlıkla duyurma olanağı tanımış. Özellikle Kıbrıs konusunu bilmeyen, daha da kötüsü, tek yanlı bazı bilgilerle yönlendirilmiş izleyiciye farklı gerçekleri karşıt görüşlere de yer vererek duyarlı bir dille ileten ‘Çamur’, adanın kültürel çoksesliliği ve tarihsel mirasının zenginliğiyle yoğrulmuş, düşünsel açıdan son derece dürüst bir film.

Önceki Film

Sonraki Film