Birkaç itiraz:
Tarih, ancak, hayal edebileceğimiz, gözümüzün önüne getirebileceğimiz bir şeydir. Eğer vakanüvistlikten ya da bir takım kayıtlardan, belgelerden bahsetmiyorsak. Kaldı ki o vakit bile, yazılan hazırlanan, kodlanan bir şeydir, tarih. Ama eğer deneyimlerden, yaşananlardan ve hele, hele toplumların, kültürlerin tarihsel deneyimlerinden ve bireyin bu tarihi kendisi için anlamlandırma çabasından bahsediyorsak çok katmanlı, tahayyüle, tasavvura açık olan ve en önemlisi bugünden bakılarak geçmişin yorumlandığı, yeniden anlatıldığı bir şeydir. Bu yüzden her şeyden çok bir anlatıdır. Ne kadar çok sesli, diyaloga, farklı bakma biçimlerine, katmanlara açık olursa o kadar fazla dokuları hakkında bir fikir edinebileceğimiz bir örgü, bir dokuma gibidir. Toplumsal tarihin içindeki pek çok sorun, üstü örtülerek geçiştirilmiş olanlar, uzayıp giden kan davaları, ertelenmiş ağıtlar, yen içinde inatla saklanan saklatılan kırıklar, yüzleşmeme inatları, yüzleşmeden duyulan derin korkular, konuşmadıkça, karşılaşılmadıkça, çözülmesi giderek zorlaşan düğümlerdir. Dolayısıyla toplumsal tarihinin her anlatısı istense bile, gerçekçi (reel), olamaz; hep biraz gerçeküstüdür (surreel). Kurulacak her cümle ideolojiktir. Bakışı, bakma biçimlerini yansıtır; semboller, metaforlar, kodlamalar, yüklüdür. Bütün mesele belki, bir anlatının bunların mümkün olan en fazlasını kendinde taşıyabilmesi ve diyaloga açık olmasıdır. Elbette hepimizin bir filmi izlemesinin, o filmle kurduğu ilişkinin, o film üzerine bir fikir üretip üretemeyeceğinin, üretecekse bunun dilinin farklılıkları olacaktır. Filmlere bakışımız, onları ayırt edişimiz, onları sevip sevmeyişimiz bu konudaki tercihlerimiz de farklılaşır. Farklılıklarımızı da pek çok şeye bağlayabiliriz. Ama bir filme bakışımızın ardında profesyonel bir duruş varsa burada bu bakışın eğitilmesi, bakışın işlenme biçiminin üzerinde emek harcanması ve dillendirme ya da yorumlama noktasında herkesten ya da herhangibir film izleyicisinden farklılaşmamız gerektiği gibi sorumluluklarımız da vardır. Elbette bu profesyonel duruşun da içinde farklılıklar sözkonusudur. Eleştirmenlerin, akademisyenlerin, filmin üretiminde bulunanların filmle kuracakları ilişki, onların kendi pratikleriyle de biçimlenecektir. Her ne kadar yaygın olarak biraz demode görülse de bu ilişkinin de bir etiği olduğunu daha doğrusu, bu bakma ve yorumlama sürecinin bir etiği olduğunda ısrar edeceğim. Kültürel çalışmaların tarihi ile yapısalcılık sonrası eleştirinin bize getirdiği gamsız ve keyfe keder, eleştirisiz, çalıştığı şeye kendini kaptırıp gidişi ya da keyfi arasında hiçbir mesafeyi sevmeyen hatta bunu demode ve ilkel bulan bir ‘sonrası hal’, özellikle de popüler kültürün gölgeli ve bulanık sahalarında hedonist bir eleştirmen tipini üretti, piyasalaştırdı. Dolayısıyla baktığımız şeyi sevip sevmediğimiz, anlayıp anlayamadığımız daha da önemlisi bizi eğlendirip eğlendirmediği bütün bakma biçimlerinin ve bakmak, soru sormak, anlamaya, çözmeye çalışmak çabasının yoğun, bilgi birikimi ve emek isteyen sıkıcılığına galip geldi. Ama belki daha da vahim olan bizim beynimizin edindiğimiz konumlar dışında neden her hangi birininkinden daha önemli olduğu konusunda hiçbir sorgulamada bulunmuyor olmamız. Popüler kültür hepimizi sarar ve keyifli de olabilir hatta tüketim kültürü rüzgarlarından da kaçamıyor hatta keyif alıyor olabiliriz ama edindiğimiz konumların hiç mi sorumluluğu yoktur? Eğlenirken durup bir dakika diyerek hiç mi soru sormaz, hiç mi rahatsız olmaz, hiç mi biraz da farklı bir yerden bakıp bu süreci bu deneyimi bir sorgulayalım demeyiz? ….
Bir Yönetmen, bir film: ‘Çamur’da bireyin tarih bilinci ve sorumluluğu
Derviş Zaim, Çamur filminde kendi kişisel tarihine, bu tarihin içinde biçimlendiği kültürel ve toplumsal tarihine böyle bir sorumluluk ve bu sorumluluğun politik estetiği ile bakmaktadır. Derviş Zaim’in filminin kolay akıp, eğlenceli bir seyirlik sunmaması filmi yetersiz ve neredeyse suskun bir eleştiriyle karşı karşıya bıraktı. Bence, yönetmen Türkiye sinemasında bugüne kadar eşine az rastlanır bir etiği gerçekleştirmiştir ve bunun hem yönetmenin kendi film üretme tarihi içinde etik bir yeri ve değeri vardır hem de filmin estetiğinin kuruluşu, anlatısının yapılandırılışı, ve belki de en önemlisi filmi üretme biçimi bu etikle ilişki içindedir. Kendi tarihiyle yüzleşmek, bu yüzleşmeyi yapmadan bir yönetmen olarak yoluna devam etmemek, pek çok ağır tabudan birine, üstelik de bu tabu alanın yaşayan öznelerinden bir olarak bakmaya çalışmak ve o tabu alanın karşısında olabilecek muhtemel bir kamusallığa sözünü söylemek, bakışını netleştirmek, bunu yaparken filmini de, filmin anlatısını ve görselliğini de bu süreçle politik olarak kurmak gibi benim neredeyse Türkiye sinemasında hiç görmediğim bir şeyi yapıyor. Bu da filmin üzerinde çok daha farklı tartışmaları ve çalışmaları hak ettiğini gösteriyor. Oysa bütün tabularla yüzleşme ihtimalleriyle karşılaşmalarımızda olduğu gibi bunu da hemen geçiştirdik; sessizce savuşturduk. Filmler sadece eğlence endüstrisi için üretilmezler, yönetmenlerin iç öyküleri, kendi filmografilerinde geçmeleri gerekli eşikler olabileceği gibi, filmler pek çok farklı nedenle de yapılabilir. Ama eğlenmenin de tek yaygın biçimi olamaz. Tartışmak, fikir alışverişinde bulunmak, bir başkasının bakışı ile karşılaşmak, öğrenmek, sorgulamak, sembolleri, metaforları çözmek, metinler arası ilişkileri fark etmek de birilerinin eğlenme biçimi olabilir. Buradan bakıldığında, Derviş Zaim çok katmanlı, sembollerin birbirine örüldüğü, çok kahramanlı, diyalogu amaçlayan bir öykü anlatıyor. Ama beni en çok etkileyen, anlattığı öykü ile anlatırken kurduğu estetiğinin politik ilişkisi ve buradaki duruşunun sağlamlığı oldu. Özellikle kullandığı ışık ve ışığın etkisiyle yarattığı atmosfer, Brecht tekniğine yakın bir anlatım özelliği kazanıyor. Işık etkisiyle birlikte mekan kullanımı da aynı işlevi üstleniyor. Bu kullanımın bir tesadüf ya da rastgele keşfedilmediğini de daha önceki filmlerine bakarak söylemek mümkün. Açık, net ve işlek metaforlar ve semboller: Hastalık, çamur, ölüm, doğum; doğuma kaderden başka kişisel bir tercihi ve dışarıdan müdahaleyi katan bir karar, hatırlama, hatırlatma taşlaşma, taşlaştırma, dile getirme, getirmeme, getirememe, bunların hepsi sözünü ettiğimiz dokunun sağlam ilmekleri ve filmin her bir kahramanıyla birlikte çoğalıyor. Toplumsal tarihin yalnız bırakılmış karanlık çukurlarında sorunların, soruların, çözümsüzlüğün, düşmanlığın, diyalogsuzluğun çamurunda debelenmek ve bu çamurdan medet ummak. Bu bataklık ortamında edindiğimiz yaraları gene o bataklığın balçığın sıvayarak kurtuluşu, iyileşmeyi ummak; doğurganlığı, üretkenliği, yürüyüp yoluna devam edebilmeyi, eksik uzuvlarımızı geri kazanmayı dilemek, kaybettiğimiz sesimizin bize dönmesini beklemek, günahlarımızı, vahşetimizi unutmak, bahanelere sarılmak, bahanenin yetmediği yerde yüzleşmeden kaçmak, sorunlarımızı estetize etmek; Derviş Zaim’in bütün kahramanları bu semboller ve bu durumlar için varlar. Brecht’in kahramanları gibi, limbo bir sahnenin önünde, bize bu sembolik duruşların sürreel oyununu sunuyorlar. Kimseye bakmıyorlar, kimseyle çok fazla göz göze gelmiyorlar ne de doğru dürüst konuşuyorlar; gerektiğinde bile, acemi, soluksuz, isteksiz ve mahcup cümleleri ortada koyverip, başka bir sahneye geçiyorlar. Yani aslında oynamıyor, oyun vermiyorlar. Bir limbo sahneden diğerine geçiyorlar. Parlak ve çiğ bir ışığın altında hem herşeyin çıplak kaldığı hem de sınırların bulanıklaştığı bir ışık altında debelenip duruyorlar. Devinimi kendi dairesinde tamamlayan, hareketi bir başkasına aktarmayan çırpınışlar içinde kendi enerjilerini tüketiyorlar. Bu parlak ışığın ada ışığı olduğunu seziyor olabiliriz; ama daha fazlası için orada bu kadar çiğ, bu kadar çıplak, bir ışık bu. Tıpkı Tabutta Rövaşata’nın fanus ışığı gibi; o basık gökyüzü nasıl kentin kenarındakilerin üstünü kapatıp, onları havasız, umarsız, nefessiz bırakıyorsa ya da Filler ve Çimen’deki o ebruli gökyüzü kaypak ve sürekli yer değiştiren ve karakterlerinin eşitsiz bir gökyüzünün altında kaygan bir zeminde ne kadar da zor ayakta kalabileceklerini anlatıyorsa; burada da çoklu anlatıcıların, anlatı katmanlarının, farklı sembollerin kendilerini katmerlendirecekleri, eşit bir ışığın altında görünür olmalarını sağlıyor. Işık bir araç olarak kendi anlatısını kuruyor, tıpkı Brecht yöntemlerinin her aracının kendi anlatısını kazanıp özgürleştirmesinde olduğu gibi. Her araç eşit ve bağımsız birer anlatı katmanına dönüşüyor. Işık, mekan, oyuncular, oyunculuk, müzik, filmin dünyasını yaratıp onu desteklemek için değil, bu çoklu ve çok katmanlı öykülere farklı katlar açmak açabilmek için varoluyorlar. Ve mekan da kendi anlatısını kuruyor. Bir o kadar çıplak, bir o kadar bulanık. Hiçbir turistik ya da izlenimci zevke alet edilmeden çünkü bu mekan zevkin değil, hesaplaşmanın, yüzleşmenin, yalnız bırakılmışlığın mekanı. Ancak kazılarak içinden çıkabileceklerden medet umulan ve sırları saklayan, konuşmayan, terkedilmiş mekan, izleri saklasın, tarihi, acıları, günahları gömsün diye önümüzde uzanıyor. Bu mekan kurgusu ve ışık altında bütün karakterler ve öyküleri de önde, hemen önümüzde. Bu ‘önde’ sunum özelliği de diğerleri kadar önemli bir anlatı oluşturuyor. Karakterler hemen önümüzde bize mazeretleri sunulmaksızın çaresiz ve bir anda bu çaresizlikleriyle karşımızdalar ve bizi de izleyici olarak zor durumda bırakıyorlar. Ah keşke birinin öyküsünü tek başına ve daha detaylı izleseydik rahatlardık. Ama öyle olmuyor, onlar orada gözlerimizin önünde izah edilmemiş bir çaresizliğin, bakımsızlığın, ortasında bizi yalnız, avuntusuz bırakıyorlar. Filmin umudu ya da bize de aktardığı umut da bu noktada başlıyor. Ölüm doğumu da beraberinde getiriyor. Avunamadığımızda yaşama yeniden bağlanıyoruz. Böylece Derviş Zaim politik filmler yapmıyor; filmleri politik olarak yapıyor.