Rüyet

Kitap

Özet:

Amcalarının inşaat şirketinde mimar olarak çalışan Sine, mesleğinin günümüzde büründüğü biçimden rahatsızdır. Şirketin maddi durumundan ve hayatına giren iki erkek arasında kalmaktan da bunalan Sine, bir çıkış yolu ararken eline geçen Osmanlıca hatıratı okumaya ve amcasının ricası üzerine, günümüz Türkçesine çevirmeye başlar. Anılarda Hüsn-ü Aşk mesnevisine yapılan göndermeler ve bu metinler ile kendi hayatı arasındaki paralellikler dikkat çekicidir…

Kitap

Yazar Görüşü:

Rüyet’i kaleme alırken etkilendiği kaynaklardan birinin de Şeyh Galip’in Hüsn-ü Aşk mesnevisi olduğunu söyleyen Zaim,  divan edebiyatının son büyük eseri olarak adlandırılan bu mesneviyi ele alarak, onu roman sanatının olanakları ile yeniden yazmaya ve inşa etmeye girişmiş.

“Eğer tecrübelerim beni yanıltmıyorsa, roman sanatı içinde Batılı geleneklere olduğu kadar Doğulu kaynaklara da yaslanmanın sahih ve hakiki bir yapıt üretmek bakımından sağlıklı olabileceğini düşünüyorum” diyen Zaim, “Rüyet sadece büyük şair Şeyh Galib’in divan edebiyatının son büyük eseri olarak kabul edilen mesnevisine selam göndermekle yetinmiyor, onun yanısıra Spinoza’ya, Batılı roman biçimlerine, yirminci yüzyılın Batı kökenli çağdaş sanat düşüncesine de yer veriyor. Çünkü bütün bu yelpaze insanlık hazinesinin ve üzerinde durduğumuz topraklarda yaşayanların ortak mirası konumunda bulunuyor” diyor.

Belirtmek istediğim ikinci konu, Türk roman geleneği içinde tartışılan damarlardan biri olan Doğu Batı gerginliğine odaklanacak. Bu ikilemi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın trajedi olarak konumlandırdığı, Oğuz Atay’ın ise ironi sanatını kullanarak aşmaya çalıştığı kabaca söylenebilir. Rüyet, sözünü ettiğimiz Doğu Batı gerilimini ayrı bir yaklaşımla ele almaya gayret ediyor.

Altını çizmek istediğim üçüncü nokta kitabın açık bir yapı oluşturma gayretine ilişkin olacak. Rüyet, tarihsel, kültürel kaynaklara, edebiyata, mimariye, çağdaş sanata, mitlere ve sinemaya açık bir yapı olarak inşa edilmiştir. Daha ayrıntılı ifade edecek olursam, Rüyet romanı az evvel saydığım sanatlar, düşünceler, mimari ve estetik birimler ile karşılıklı bir alışveriş içindedir. Kendi dışında bir sürü alan ile zamansal, mekânsal, eşzamanlı ve ardzamanlı bir metinlerarasılık ilişkisi yaratmanın peşine düşmüştür, her türlü alışverişe açık olacak şekilde kurulmuştur. Metnin bu tavrını, halihazırda varolan edebi, sinemasal, kültürel ve tarihsel bir sürü gerginliğin aşılması için bir imkân olarak değerlendiriyorum.

Romandaki bölümlendirmeyi, mesnevi formunu günümüzde yeniden yazma çabası doğrultusundaki niyetimi gerçekleştirmenin bir parçası olarak geleneksel mesnevi yapısı doğrultusunda seçtim. Dolayısıyla mesnevi biçiminin ‘Tevhid, münacat na’t, miraciye, sebeb-i Telif, giriş, agaz-ı destan, sonuç’ gibi kısımlarını bu romana yedirilmiş olarak bulmak mümkün.

Kitap

Alıntı:

”Askerler bedenini kar üzerine yaydıkları yamçıya yatırmışlardı. Azıcık toparlanması için yarım saat beklemeleri yeterliydi. Ama hava kararmıştı. Beklemeleri halinde donacakları açıktı. Ne pahasına olursa olsun ateşlere doğru ürke ürke yol aldılar. Kazak askerler tarafından dipçiklenmeleri beş dakikayı ya buldu ya bulmadı. Elinde kanlı kasatura ile karın içinde nara atıp dikilirken suratına bir şey çarptığını hissetti… Kendine geldiğinde bir trenin yük vagonundaydı.”

Kitap

Tanıtım Filmi Künye:

Prodüksiyon Stüdyosu: GeniusPark
VFX Yönetici Yapımcı: Sema Duran
VFX Süpervizörü: Volkan Duran
VFX Proje Yapımcısı: Serhan Barut
Konsept Tasarım: Serdar Çalışkan
VFX Ekip Yöneticisi: Burak Yelkenci
CGI Süpervizörü: Barbaros Isıgöllü
Birleştirme Sanatçısı: Ali Özgür Güner

Rüyet Kitabı Tanıtım Filmleri

Derviş Zaim

Rüyet Kitabı İmza Günü

Derviş Zaim

Rüyet Kitabı Tanıtım Toplantısı

Derviş Zaim

MEDYADAN

DIŞ MEDYA
TÜRK MEDYASI
Milliyet Kitap, Nisan 2019, s. 11

1992 yılında Yunus Nadi Roman Armağanı’nı kazananan “Ares Harikalar Diyarında” adlı romandan tam 25 yıl sonra ikinci romanı “Rüyet” ile okurlarının karşısına çıktı Derviş Zaim. 1996’da ilk filmi “Tabutta Rövaşata” ile büyük ilgi görmüş ve Türk sinema tarihinde önemli bir yer edinmişti. Ardından “Filler ve Çimen” (2000), “Çamur” (2003), “Cenneti Beklerken” (2006), “Nokta” (2008), “Gölgeler ve Suretler” (2010), “Devir” (2013), “Balık” (2014) ve “Rüya” (2016) filmlerinin yönetmenliğini yaptı. Sonra romanı “Rüyet’i, “Rüya” filmini çekerken yazmaya başladı. Roman ile film arasında ilginç paralellikler mevcut, meraklısının keşfedeceği…
Derviş Zaim, lise yıllarından itibaren öyküler yazan ve edebiyatla bağını sürekli canlı tutan bir yönetmen. Kendisinin “Kara kıta” diye tabir ettiği, rasyonel alanın dışındaki arayış ve keşiflerinde sinema dilinin kendisine yetmediği yerlerde edebiyat diline yöneldiğini anlatmıştı. “Rüyet”te de, bir “kara kıta’ yolculuğuna çıkarıyor okuru, güçlü ve özgür bir kadın olan Sine ile birlikte. Mimari, rüyalar, keşfedilen bir Osmanlı subayının hatıratı ve geçmişten günümüze çakışan aşk hikayeleri üzerinden bir arayışın, hatırlamanın ve unutmanın romanı… “Rüyet”in kalpten görmek, bakmak gibi anlamları var; aynı zamanda havacılıkta kullanılan bir terim, gündüzleri ışıklanmamış, geceleri ışıklandırılmış belirli cisimleri görme ve tanımlayabilme yeteneğini tanımlayan. Romanın bir yerinde, kahramanlarından Hayretin rüyasını anlatırken söylediği şu sözler, romana dair bir fikir de veriyor aslında: “Etrafımızdaki mekân değişirken hikayemizi yazma ve kendimizi yaşamayı aynı anda sürdürüyoruz. Bu mantıkla Mesnevi Binası’nın salonlarını yeniden örmeye, sil baştan inşa etmeye, hem de aşkı yaşamaya gayret ediyorum. Bina da aynı anda bizi yazıyor, okuyor, dinliyor ve anlatıyor.”  Siz romanı okurken, roman da sizi okuyor, dinliyor ve anlatıyor… Bülent Usta, Rüyet, Derviş Zaim’in ikinci romanı “Rüyet” geçmiş ve gelecek, özgürlük ve zorunluluk, arzu ile gerçeklik arasında sıkışmış insanın kendisine bir anlam, bir kimlik, bir hikaye yaratma çabasını anlatıyor,

Korkut Akın, ‘Tuhafın Tuhafı Bir Bilmece’, Cumhuriyet Kitap, 05.09.2019

Rüyet Derviş Zaim’in 1992’de Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan ‘Ares Harikalar Diyarında’dan sonraki romanı. Aradan geçen çeyrek yüzyılda yine ödüller kazanan senaryosunu kendisini yazdığı birçok filmi var. Bu kez bir filme sığ(a)mayacak kadar geniş, bir o kadar da sürükleyici gerilim dolu bir romanla karşımıza çıkıyor. Sanatla mimarinin, mimariyle düşlerin, düşlerle yaşamın ve tabii düşlere uymayan gerçeklerin öyküsü…Sürükleyici  bir gerilim romanı tadında düşle gerçeğin, geçmişle geleceğin, yaşamla aşkın, sanatla hayatın birlikteliğini izliyoruz…

Derviş Zaim’in sinemacılıktan gelen ritm gücü burada da gösteriyor kendini…Okurun karakterlerden biri ve/veya olaylardan biri aklına düştüğünde, hemen iki satır sonrasında karşısına çıkması başarının ne kadar belirleyicisidir ama kıstası olduğu kesin…Derviş Zaim, belli ki yoğun bir çalışmanın (ama öncesinde sıkı bir araştırma var muhakkak, bilgi birikimi var) sonucunda kurmuş romanının örgüsünü. Şöyle söylüyor:

‘Bir mesnevinin ahengi, duraklamaları, kafiye ve kesintileri de aslında aşk ilişkisine benziyordu. Her aşk ya da nefret ilişkisinin başında bir metinde olduğu gibi geri dönüşü olmayan bir nokta vardı’ (s.148-9)…

Kavramların Gerçekliği

Çağdaş sanatın temelinde, insanların düşünmesini, düşündüklerinin sanatçının beklentileriyle kesişmese bile gerçek bir yanı olduğunu kabul ederek…Derviş Zaim riyet ile rüyeti birbirine öylesine bir güç ve güvenle sarıyor ki, okur kendi gerçeğini yakalamak için satır aralarında ‘kavram’ların anlamalarını sorguluyor. Bu denli açık, bu denli geniş bir yaklaşım okumayı zorlaştırıyor mu? Hayır. Birbiriyle ulanan, geçmişle tasavvufu, gelecekle şiirle yaşamı, aşkla umudu bir arada hissediyorsunuz.

Derviş Zaim’den yola çıkarak, bir romanın, filmin oluşumunun temelinde ‘neden’ sorusu vardır. Yazar ya da yönetmen o sorunun yanıtını kendine vermişse – yani bile isteye almışsa kalemi eline, geçmişse kameranın arkasına – güçlü bir yapıt bekliyor demektir izleyiciyi, okuru. Bu anlamıyla da Rüyet okuru sarıp sarmalamasının ötesinde soru sordurduğu için başarılı.

Yavuz Demir, Rüyet: Anlatının ‘Sine’si, Gazete Duvar, 6 Haziran 2019

Derviş Zaim’in Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan yeni romanı, ‘Rüyet’ raflarda yerini aldı. Kitap için, Hüsn-ü Aşk örneğini izleyerek, ana karakter Sine’nin ifade ettiği bir biçimde, yolculuk ve arama metaforları ile örgülenmiş, iç içe geçmiş bir anlatılar toplamıdır denebilir.

Metinler yazılı hallerinin ötesindedirler. Bunu nasıl gerçekleştirirler? Bir maceranın, bir hadisenin anlatılışından öte ne olabilir? İbretlik bir hal mi? Nasihat ve ahlak numunesi bir dillendiriş mi? Alice Harikalar Diyarında romanı şöyle başlıyor: “Bakıcısının okuduğu kitaptan sıkılmaya başlamıştı… İçinde mükâleme ve resim olmayan kitap ne işe yarardı ki?”

Alice metaforundan hareketle okur için anlatıyı değerli kılan, ortak buluşma noktalarından ve değerler manzumesinden öte neyin olduğu, olabileceğidir. Mükâleme ve resim yerine ikame edilebilecekler nelerdir? Okur bölünmüşlüğü, mukabele etmeyi test edebilir mi? Edilgen yapılanış ve okunuş artık yerini bir başkasına terk etmiş olmalıydı. Nedir naturası anlatının? Nucleus: Öz, çekirdek, cevher, zübde…

‘ANLATIDA PEŞİNE DÜŞÜLECEK OLAN NEDİR?’

Her metnin bir nucleusu vardır; anlam zannedilerek peşine düşülen. Metnin varlığı ‘anlam’a kavuşmakla sınırlıdır çoğunluk için. Temel soru; öyleyse anlatıda peşine düşülecek olan nedir? Roland Barthes peşine düşülecek olanı kuruluş itibariyle kavramsallaştırır: Fabric of the Word… Kelimenin dokusu/dokunuşu.

Şeyh Galip Hüsn-ü Aşkta bunu karşılayan ibareyi şöyle ifade eder: Mânâ-yı latif… Latif kelimesinin, derin, gizli, ince, hoş anlamları yanında bir diğer manası da ‘mütenasip’ oluştur. Bu bir dengeleme, estetik balans yaratma meselesi olup, Barthes’ın tarif ettiği dokunuşa karşılık gelir. Öyleyse anlatının peşine düşülecek olan hususlarının başında bu latiflik ve dokunuş olmalıdır. Metnin var ve provoke ettiği süreci bu dokuda kavrayabilmek, anlam dediğimiz şey! Geriye söylenebilecek arz-ı hal kalır. Herkes de bunu bilir zaten. Kağıt üstüne ‘ortak’ olarak kaydedilendir o. Alamettir, sadece. Kıyamet kopmaz ondan. Olacak olan yanına geldikleri ile ortak malzemenin ; Şahsi ve inkılabi bir anlam alanı yaratmasıdır. Bu özel ve öznel alan sanat telakkisi içerisinde görülür. Sanatın esasını teşkil eden kavrama ulaştırır bizi bu da: Tasavvur etmek. Zihinde canlandırmak, düşünmek: imajinasyon.

Kısaca iştigal edilecek olan: Tarz-ı hal. Ahmed Mithat Efendi bu soruyu ilk gündeme getiren yazarlarımızdanMüşahedat romanında arz-ı halin anlatabilirliği hususunu ele alır. Soru Mithat Efendi için: Nasıl yazmak kaziyesidir?

Roman bizim için bir mesele: form ve içerik itibariyle. Tanpınar’ın ve devamında yapılan tartışmaların odaklandığı yer: bizde roman/ var mı? Batı edebiyatının bir anlatı formu olan romanın bir karşılığı olmalı mı? Biz kendi anlatabilirliğimizi hangi formda üretebiliriz?

‘ŞARKIN ANLATISI’

Metaforlar dünyasından hareketle bunu kısa ve hızlı bir şekilde cevaplayacak olursak; mitolojideki Atlas figürüne bakmak gerekir; zira romanın temeli entrikaya dayanır, örneğini Atlas mitolojisinden alan. Şark anlatısının bir entrika metaforu yoktur.Şehrin ve entrikanın çocuğu olan roman karşısında anlatıyı karşılayacak ve biçimlendirecek olan nedir? Bunu karşılayacak olan metonimik yapıda oluşmayı örnekleyecek, kültürel kodlar itibariyle karşılığını bulabileceğimiz kelebek metaforudur. Entrik örgünün içerisinden çıkan bir anlatıdan çok, kelebeğin kanatlarında inşa edilmiş bir dokunuş olmalıdır. Şarkın anlatısı…

Postmodernizm aslında herkesin kendi hikayesine dönüp bakmasını ve onu yeniden yazmasını isterken ve sınır ihlallerini meşrulaştırarak metin kimliği sorununu da aşarak bize bir şans tanır aslında kurmaca için. Bu kapıdan tasavvur ederek girenlerden birisidir Derviş Zaim. Denilebilir ki hem sinemasında hem de romanlarında bu anlatabilirlik sorununu form ve içerik olarak aşmaya çalışır. Plato’dan 1960 yıllara kadar sorulan ben kimim mantıksal sorusunun üstüne çıkarak, ontolojik olanı yeğleyen postmodernist yaklaşım, çoğulluğu tercih ederek, tarihsel gerçekliği anlatının içerisinde ideolojik ve politik olanın da farklılaşmasını tetikleyerek, tasavvur kelimesinin öncülük ve kışkırtıcılığında olan şey değil, bizim olduğunu düşündüğümüz şey olarak algılatır ve yapılandırır.

‘RÜYET, POSTMODERNİZMİN HERC Ü MERC ETTİĞİ BİR ZİHİN ÜLKESİNDE GEÇER’

Ares Harikalar Diyarında romanından sonra bu kez okur karşısına Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan Rüyet romanı ile çıkan Zaim, ‘anlatabilirlik’i postmodernist kurmacanın bütün sınırları ile ihata ettiği bir biçimde oluşturur. Denilebilir ki, anlatıda ipin ucunun kaçtığını örnekleyen bir romandır Rüyet. Yani, postmodernizmin herc ü merc ettiği bir zihin ülkesinde geçer her şey. Eğer bir karşılık aranacaksa; mekânlar, isimler ve olaylar ne güne duruyor diye bakmayın sakın, sonunda halk ibaresine düşecektir yolunuz: benim oğlum bina okur, döner bir daha okur! Varsa bir karşılık, kâğıt varlık ve mekânlarda aranmalıdır.

Anlatının başlangıç kısmı bir masumiyet göstergesidir adeta: Kural dışı hiçbir şey yoktur aslında; görülen aykırı bir tasavvur hamlesidir, Sine’nin peşine düştüğü rüya kaydı!

‘…Şimdi sanatsal bir performans planlıyorum ya. O gösteri için birkaç kişinin belli mekânlarda uyuması lazım. Uyanınca onlara rüyalarını anlattıracağım. Videoya kaydedeceğim rüyalarını.’

Anlatı bir gaye ile o gayenin peşinde olan öznenin arasındaki ilişkiler toplamıdır. Sine, bir tür objeye dönüşen ‘rüya’nın peşinden giderek anlatının varlık alanı içerisine çekilir, bu mânâsıyla roman, kurmaca dünyanın biçimleniş ve niyetler toplamını gösteren Hüsn ü Aşk’ın sebeb-i telif kısmında ifade edilen hükmü yineler karmaşık ve oyun esaslı yapısıyla:

Daim bunu der ki elde hâme

Âfet bana itibar-ı amme

‘RÜYET BİR TÜR TECRİT ANLATISIDIR’

Rüyet, Hüsn-ü Aşk örneğini izleyerek, ana karakter Sine’nin isminin de ifade ettiği bir biçimde, iç içe geçmiş bir anlatılar toplamıdır aslında, yolculuk ve arama metaforları ile örgülenmiş. Hız ve hafiflik, şark anlatısına ait bu iki ana detay, Rüyet romanının ana eksenini oluşturur. Anlatı boyunca çoğalan olay dizisi, karmaşık hal ancak kendisini hız ve hafiflik ile dengeler; Hüsn ü Aşk’tan mülhem, Rüyet bir tür tecrit anlatısıdır, diyebiliriz.

Bu anlatıya yön veren nedir?

Calvino’nu ifadesiyle:

‘Anlatıya yön veren ses değil kulaktır.’

Mevlana’nın Mesnevi başlangıcı gibi:

‘Dinle neyden kim, hikayet etmede’

Rüyet, peşinde olunan rüya gayesi, Hüsn ü Aşk yapı ve simgeleriyle; o kulağı arama işidir! Mukabele etmeye varsanız, ne iyi!

Ayşe Güven, ‘Rüyalarda Gerçeğin Arayışı’, Posta Kitap, 04.05.2019

…Rüyet bir arayış yolculuğu. Günümüz kent hayatının silikleştirdiği hisler, tercihler ve anlamlandırma gayesi kitabın temel omurgasını oluşturuyor. Romanın ana karakteri Sine’nin gözünden hayata bakarken kendi çekinikliklerimizi, korkularımızı, yara çelişki ya da aşka hasretimizi de tartıyoruz. Böylece roman Sine’nin kendi içindeki kaostan okurun hayatının çıkmaz sokaklarına doğru akıyor. Hayatının koridorlarında dolaşırken Sine’nin edindiği Birinci Dünya Savaşı hatıratı ise bir kılavuz görevi üstleniyor. O tarihi ve edebi anlatıyla kendi hayatı arasındaki kesişimler ona huzur ve aşka açılan kapıyı aralayacak mı? ‘Rüyet’ merak unsurunu bu noktada diri tutuyor.

Şeyh Galib’in İzinde

Oldukça tanıdık bu insan hikayesi Şeyh Galib’in ‘Hüsn-ü Aşk’ını yol arkadaşı ediniyor. Derviş Zaim bu mesneviyi Spinoza’nın, Batı edebiyatının üslubuyla da yeniden yorumlamaya soyunarak cesaretli bir denemeye girişiyor. Bu esnada eşsiz bir sinema üslubu kuruyor romanda Zaim. Sine ve Hakan’ın alışkanlıkla aşk arasında büyüyen mesafesi, sahneye tutkusuyla çıkan Hayret’in kafa karıştırıcılığı aşk üzerine derin düşüncelere salıyor bizi de. Sine’nin seçtiği insanların önce uykularının sonra rüyalarının anlatımını kaydederek hazırlamaya çalıştığı video enstalasyon çalışması romanın aksiyon merkezi oluyor. Sevgilisi Hakan’ın önerisiyle uyunacak mekanlar üzerine düşünürken İstanbul’da yoklaması başlıyor Sine’nin. Kentsel dönüşümün kurban ettiği, düzensiz nizam biçimlenen şehrin tarihi sokaklarında yaşayanların da yüzüne daha yakından bakarak başka bir gözle dolaşıyor. Her adımında kararlarını, var olan hayatını ve hayallerini de süzüyor…

Sinema Hissediliyor

Rüyet’te Derviş Zaim roman örgüsü ve dili kullanma maharetini hala canlı tuttuğunu farkettirirken sinema jokerini de çok güzel kullanıyor. Tarih, Osmanlıca, divan edebiyatı ve dini referanslara hakimiyeti de kendine has bir roman yaratmasını sağlıyor. ‘İnsan, kendisini belirleyen şeyi reddederek değil, onu anlayarak özgürleşir ve huzur bulur’ romanın içindeki cevherin cümlesi bana kalırsa. Ararken bulduklarımız benzemese de arayışlarımız nasıl dokunmasın birbirine. Okuduktan sonra rüyaya yatarsınız belki!

Kaan Egemen, ‘Hayal ve Rüya Labirenti’, Hürriyet Kitap Sanat, 04.05.2019

…Roman ve elbette Sine geçmişle bugünün ve geleceğe dair öngörülerin birbirine karıştığı bir tünele giriyor yavaş yavaş. Anadolu’nun bilgelik geleneğini oluşturan kadim düşünürlerinin bir resmi geçidine rastlıyor okur. Fonda, Sine’nin şikayetçi olduğu, rüyalar ve performanslarla kendine bir anlam katmaya uğraştığı İstanbul silueti ve günümüzün sıkıcı, boğucu ve çoğunlukla içi boş çalışma ortamı yer alıyor. Doğu, Batı düşüncesinin buluştuğu anlam arayışı, Sine’nin kafasını kurcalayan pek çok sorunun yanıtı için hayli önemli, eline geçen hatırat da…Şeyh Galip’ten Spinoza’ya kadar uzanan bir yol bu.

Birinci Dünya savaşı yıllarına ait hatıratı bulmasıyla Sine, onun yazarıyla ve satırlarda anlatılanlar arasında kendi yaşamını çağrıştıran birtakım benzerlikler farkediyor. Aşk hayatından dünyaya bakışı ve anlam arayışına dek pek çok noktada toplanıyor bu benzerlikler. Doğunun batıya, Batının Doğuya bakışından tutun da günlük kaygılara kadar bir dolu yakınlık da cabası.

Sine’nin yaşadıkları ve hayat tecrübesiyle birlikte hatıratta yazanların vehim ve yanılgı olma ihtimali var mı? Zaim, romanın sonlarında böyle bir şüphe kapısı da aralıyor okura. Bir diğer ifadeyle gerçekliğin içinde yalanlarla örülü bölmelerin varlığına dair bir kuşku bu. Bazen hayal bazen de rüya olarak nitelenebilecek bir ‘yalan’.

Başta Sine olmak üzere karakterlerin ruh halini betimleyip çözümlerken geçmiş ile günümüz arasında bir sarkaç misali gidip geliyor Zaim’in kalemi.

Doğu Batı düşünce geleneğinden beslenen sanatın, edebiyatın ve şiirin anlamsızlığa çare olabileceğini, daha doğrusu anlam arayışına ışık tutabileceğini sezdiriyor yazar. Bunu özellikle Sine’nin zihnine soktuğu okuru, onunla birlikte düşündürerek başarıyor.